GOTİĞİN KULELERİ
13. Yüzyılda Batı Avrupa, İsa’nın yeryüzündeki krallığı olarak varabileceği en gelişkin görünüme erişmiş durumdaydı. Bu dönemde Gotik sanat tarzı, Fransa’dan çıkıp İngiltere, İspanya, Almanya ve İtalya’ya yayıldı. Böylece Gotik, Avrupa’nın ilk uluslararası sanat tarzı olma becerisini gösterdi. Gotik sanatın kökleri, 1100’lerin Paris’indeydi. Bu tarihlerde Paris, tüccar ve zanaatkarlarıyla önemli bir ticaret merkezi konumunda olup, artan bir nüfusa sahipti. Katedralinin çevresinde giderek büyüyen üniversitesi de, Aristo ve diğer antik Yunan düşünürlerinin tekrardan keşfiyle, entelektüel bir yeniden doğuş merkezine dönüştürmüştü kenti. İşte bu hareketlilik ve refah ortamında, Fransa kralının danışmanı olan (Başrahip) Abbot Suger, Saint-Denis Manastır Kilisesini yeniden inşa etmeye karar verdi. Hayalindeki kilise, altın varaklı, renkli vitraylı, görkemli bir yapıydı. Ve Abbot Suger’nin bu hayali gerçekleşecekti.
Aslında baş rahibin istekleri, zamanın mimarisi olan Romanesk tarzın kalın taş duvarları, yuvarlak kemerleri ve ağır sütunlarıyla göğüslenebilecek bir işmiş gibi durmuyordu. Onun ısrarla dile getirdiği, büyük pencerelerle iç mekanın aydınlatılması yönündeki arzusu, çok daha ince duvarlı bir yapıyı gerektiriyordu. Bu şartlar altında çatı yükünün taşınması da, alışagelmiş kalın sütunlar ve ağır tonozlar yerine, hafif ama daha güçlü kaburga tonozlar ve sivriltilmiş kemerler kullanılarak başarılabilirdi. Yeni tarzın en önemli mühendislik harikası da, çatının yükünü ince duvarlardan alıp kademe kademe zemine taşıyacak olan uçan payanda sisteminin icadı oldu.
Gotik tarzda inşa edilmiş bir kiliseye giren kişi, ışık ve gölge oyunlarıyla bir başka aleme adım attığını hissediyordu; adeta büyülü ve mistik bir mekana. Bu hissin yaratılmasında, tekrarlanan payanda ayakları, kemerleri ve tonozları ile yeni mimari tasarımın rolü büyük olmuştu. Gotik tarz da bunu, o zamanlar yeni farkına varılan, Öklid geometrisine dayanan bir inşaat mühendisliğiyle gerçekleştirmişti.

1480’LERDE PARİS
Yapısı itibariyle toplamacı karakterde olan Romanesk mimarlığa karşın yükselmekte olan Gotiğin yapı ustaları, cennetin yeryüzündeki temsilini tek bir tasarımla yapma çabasındaydılar. Ancak tek bir ideal katedral mimarisi olabileceği düşüncesi de, Fransız erken Gotik yapılarını özgün bir tutarlılıkta buluşturmuştu. Örneğin, Paris’teki Notre Dame’ın batı cephesi, kuralları açık tanımlanmış bir mimari hiyerarşi içindeki yerlerine uygun olarak sınıflandırılmış kareler, çemberler ve dikdörtgenlerden oluşan bir ızgara boyunca düzenlenmişti. Diğer cepheler de, Chartres, ya da Reims katedrallerinde olduğu gibi, belli bir geometrik kesinliğe uydurulmuştu. Karşıt ideallerin sentezi, Orta Çağ skolastiği açısından inanç ve mantığın birlikte var olabilecekleri fikrine uygun düşmüştü. Başrahip Suger, St Denis Kilisesinin tasarımını açıklarken, kiliseyi dolduracak ve dinsel pratiği kolaylaştıracak bir ışıktan söz ediyordu. Tanrıyı ışık olarak sembolize eden Neoplatonik görüşten hareketle Suger, fiziksel güzelliğin tasarlanışının, aydınlanmaya götüreceği kanısındaydı. Arzulanan, ışığı, mimarinin bir ögesine dönüştürmekti. Gotik tarzın, sıkı kurallara uygun geometrik mantığı sayesinde gerçekleştirdiği ışık mimarisi de, yapı tekniklerini yüzyıllar boyu etkileyecekti.
Gotik kiliseler hep Kutsal Meryem sözcüğü kullanılarak adlandırıldılar. Eh, ne de olsa Meryem, hem cennetin kraliçesi, hem de sanat, eğitim ve sevginin hamisiydi; bu kiliselerin cephelerinde yer alan taş oyması ve vitray bezemeli gül sembolü de, onun çiçeği olan güle bir gönderme olarak düşünülmüştür.
Leoninus ve Perotinus
12. ve 13. Yüzyıllarda Avrupa müziğinin başını Fransa çekiyordu. Paris Üniversitesi ile Notre Dame Katedralinin çevresi, Avrupa’nın kültürel odak noktasıydı. Katedral için kilise müziği yazanlar da Leoninus ile Perotinus olmuşlardı; tarihin adları bilinen ilk bestecileri. Her iki besteci de nota değerleri üzerinde çalışmışlar ve notalamayı geliştirmişlerdi. Müzikleri, ses partilerinin bestenin içindeki yatay hareketlerini esas alan kontrpuan tarzında olup, melodiye karşı özgürce yürütülen birden çok karşı partiyi içeriyordu. Bu dönemde armoni ve kontrpuan, henüz tam yaygınlaşmış olmasalar da, Orta Çağın müzikteki en önemli başarısını oluşturdular. Batı müziğinin bundan sonraki serüveninin başlangıç noktası bunlar olacaktı.
LEONIN: ORGANUM DUPLUM
Leoninus’tan bir kuşak sonra yaşayan Perotinus, önceki kuşaktan aldığı organum geleneğini geliştirerek üç, sonra da dört sesli hale getirdi. Hiç değişmeden çok-sesli yapının temelini oluşturan Gregoryen ezginin üzerine eklenen (bu ne? açıklamak lazım 2 kelimeyle) vox organalis, artık duplum (ikinci) adını almıştı. Duplumun üzerine eklenen üçüncü parti triplum, dördüncüsü quadruplumdu. Bu terimler yalnızca partilerin adlarını değil, organumun karakterini belirlemek için de kullanılıyordu; örneğin üç sesli bir organum, organum triplumdu.
Trubadurların Müziği
Bu dönemde III. Innocent yönetimindeki Papalığın gücü, dinin, sanat ve müziğe tümüyle egemen olmasına yol açmıştı. Ancak başka gelişmeler de yok değildi. Güney Fransa ve Kuzey İspanya şatolarında şiir ile müziği bütünleştirerek, aşkı, cinselliği ve siyaseti konu alan yeni bir sanat biçimi gelişiyordu. Trubadurların sanatıydı bu. Dini müziğe oranla onların müziği çok daha açık ve ritmikti. Kuzey Fransa’da truverler, Almanya’da da minnesingerler, trubadurlarınkine benzer bir müzik yapıyorlardı.
Avrupa’da din dışı müzikle ilgili en eski yazılı kaynak 11 ve 12. Yüzyılların Goliard Şarkılarıdır. Gezgin öğrencilerin geliştirdikleri bu Latince şarkılar, adlarını hayali patronları olan Goliath’dan alırlar. Latince din dışı şarkılar Orta Çağ Avrupa’sının din dışı müzik geleneğinde oldukça küçük bir yer tutarlar. Bu geleneğin esas temsilcileri, Latincenin dışında, konuşulan farklı lehçelere ait metinler içeren din dışı şarkılardır.
Konuşma dilinde yazılmış en eski şarkı türü, ‘chanson de geste’tir. Bunlar kahramanlık öykülerini konu alan ve basit melodik kalıplarla söylenen epik şiirlerdir. En ünlüleri de, bir Fransız epik şiiri olan, “Roland’ın Şarkısı”dır. Şarkı 11. Yüzyılın ikinci yarısına aittir, ama konusunu kendisinden 300 yıl önceki Şarlman döneminin bir kahramanlık destanından alır.
10. Yüzyılda din dışı şarkı ve şiirleri söyleyenlere jonglör ya da minstrel adı veriliyordu. Bunlar kentleri ve kasabaları dolaşarak şarkı söyleyip cambazlık ve çeşitli hokkabazlık gösterileri yapan müzisyen topluluklarıydı. Yani gerçek anlamda şair ya da besteci değillerdi. Çoğunlukla başkalarına ait şiir ve şarkıları söylerler ve büyük olasılıkla da bunlara kendi yorumlarını katarlardı. Gezgin müzisyenlerin, yani trubadurların, en önemli etkisi, şiirlerin ve şarkıların kulaktan kulağa yayılmasını sağlayarak Orta Çağ din dışı müzik geleneğinin gelişmesindeki rolleri oldu.
Avrupa’nın din dışı müzik geleneğinde 1150-1300 dönemini bir trubadur, ya da truver çağı olarak adlandırmak mümkündür. Trubadurlar, 12. Yüzyılda Güney Fransa’da Provence lehçesi konuşan aristokrat kesimden müzisyenlerdi. Yaklaşık 1100’de gelişmeye başlayan trubadur geleneği uzun yıllar Arap yönetiminde yaşamış olan İspanya’nın aşk şiiri geleneğinden de etkilenmişti.

LORD NIUNE VE METRESİ

FRAUENLOB VE ORKESTRASI

WATER VON DER VOGELWEIDE
Trubadurlar, yerleşik şövalyelik anlayışını değiştirerek içki, kaba kuvvet ve av partileri yerine, sevgiyi, mertliği ve dostluğu yücelten şiirleri besteleyip söyleyen gezgin ozanlardı. Şatodan şatoya gezerek çeşitli yarışmalara katılırlar ve ezgilerini çalgı eşliğinde okurlardı. Güneyden gelen trubadur müziği hızla Fransa’nın kuzeyine, Champagne ve Artois bölgelerine de yayıldı. Fransa’nın kuzeyinde, din dışı müzik geleneğini geliştiren aristokrat kesimden müzisyenler de, truver adını aldılar. Güney lehçesinde “trobar”, kuzeyde de “trouver” bulmak anlamına geliyordu. Trubadur ve truverler şarkı bulan, ya da şarkı icat eden ozanlardı. Başlangıçta bunlar, İngiliz Kralı Aslan Yürekli Richard benzeri, gerçekten soylu kişilerdi; ama zaman içinde aristokrasinin dışından gelenler de bu din dışı müzik akımında yerlerini alacaklardı.
Trubadur müziği Fransa’da başlamış, truverler de bu geleneği 150 yıl boyunca sürdürmüşlerdi. Arras doğumlu Adam de la Halle, Fransız truverlerinin sonuncusu oldu. Halle’in şarkılarının bazıları tek-ses için yazılmıştı.
Trubadur ve truverlerin şiir ve şarkı geleneği 12. Yüzyılda Almanya’ya ulaştı. Şövalyelik tarikatları içinde şair ve müzisyen olan Minnesingerler Almanya’daki din dışı müzik geleneğini ilk geliştirenler oldular. Onikinci ve ondördüncü yüzyıllar arasında varlığını sürdüren Minnesinger geleneğinin ardından din dışı müzik mirasını Meistersingerler devraldılar. Bunlar öncekiler gibi soylu kesimden gelmiyorlardı. En önemlilerinden biri olan Hans Sachs Nürnberg’li bir ayakkabıcıydı. Yüzlerce şiir yazmış ve melodi bestelemişti. Meistersinger geleneği 19. Yüzyıla kadar varlığını sürdürdü.
Tüm trubadurlar şarkılarını belirli kalıplara uygun şekilde geliştirmişler, özellikle balad ve rondo formlarını kullanmışlar, böylece de din dışı müziğin ilerleyen yüzyıllarda baş vuracağı kimi biçemlerin oluşmasını da sağlamışlardı. Fransız Orta Çağında balad, bir şarkıcının söylediği, tek sesli ve koro tarafından yinelenen bir halk şarkısı biçimi olarak ortaya çıkmıştı. Rondo ise, 8/16 ölçülük hızlı bir tempoda çalınan ve başka melodilerin ardından kendini devamlı olarak yeniden duyuran enstrümantal parçaydı.
Trubadur şarkılarının yaklaşık bin kadarı bugüne ulaşmıştır. Ancak bunlar oldukça ilkel bir notalama yöntemiyle saptanmış olduklarından, o dönemin müziğinin bugünün tekniğiyle icrasının ancak genel bir yaklaşım olarak kabulü gerekir.
Fransız Devrimi ertesinde manastırların özerkliklerine son verilmesi ve yıllar içinde biriktirmiş oldukları kültürel zenginliklerin yağmalanması sırasında 1803 yılında Bavyera’daki Benediktbeuern Manastırına girenler, bir Orta Çağ şiir koleksiyonu ile karşılaştılar. El yazması 320 şiirden oluşan ve Carmina Burana olarak bilinen bu koleksiyonun şiirleri, dört ana kategoride toplanmıştı: satirik lirik şiirler, ilkbaharı ve aşkı yüceltenler, kumar ve içki şarkıları ile dini içerikli şiirler. 1203 yılının bu koleksiyonu, 1847 yılında kütüphaneci Andreas Schmeller tarafından Codex Buranus olarak yayınlandı. Koleksiyon sekiz adet de ilginç renkli minyatür içeriyordu. En başta yer alan minyatür, Roma mitolojisinin Kader Tanrıçası olan Fortuna’nın başında tacı, üstünde kürkü ile çarkı feleğin başında oturan resmiydi. Çarkı feleğin üstünde de bir hükümdarın yükseliş ve düşüşünün farklı aşamaları temsil edilmişti. Başta yükselen çarka binmiş olan hükümdar, daha sonra tepetaklak olup çarkın kollarının arasına düşmüş, sonra da kendini yere yapışmış olarak bulmuştu; kudretin geçiciliğinin ve feleğin cilvelerinin bir örneği olarak.
Carmina Burana’daki lirik şiirlerin büyük kısmı pagandır ve, Goliard Şarkısı türündekiler de dahil, şehveti konu alırlar. Bunları kentten kente gezerek farklı hocalardan eğitim alan öğrenciler ve genç rahipler bir araya getirmişlerdir. Almanların minnie dedikleri daha rafine aşk şarkılarıyla trubadurların Fransız saraylarının aristokrat kadınlarını öven şarkılarının bir tür bohem karşıtıdırlar.
Carmina Burana bugünkü ününü ise, Alman besteci Carl Orff’a (1895-1982) borçludur. Orff eserini 1935-1936 yılları arasında Carmina Burana’da yer alan şiirlerin yirmi dördünü kullanarak bestelemiştir.
CARL ORFF: CARMINA BURANA (O FORTUNA)
MACHAUT: NOTRE DAME MİSSA, ENSEMBLE GILLES BINCHOIS
Ars Nova
14. Yüzyılda Fransa ve İtalya’da Ars Nova (Yeni Sanat) olarak adlandırılan bir erken Rönesans dönemi müzik akımı gelişti. Bu akımın en büyük başarılarından biri, karmaşık ama zarif bir kontrpuan stilinin çok-sesli ilahilere uygulanması oldu. Bunlar, üç bölüm, ya da partiden oluşan kompozisyonlardı ve her ses partisi değişik hızda ilerliyor ve farklı sözlerden oluşuyordu.
Çok-sesli müzik geleneği içinde, Gregoryen ezginin üzerinde bulunan ikinci ve üçüncü partilere Fransızca ya da Latince sözler eklenmeye başlanmıştı. Bu sözler dini konuları içeren metinler de olmayabiliyor, hatta iki partinin her birine ayrı bir metin de eklenebiliyordu. Böylece ortaya çıkan üç sesli ve üç ayrı metnin aynı anda söylendiği bu çok-sesli biçime motet adı verildi. Motetin tenor partisi, en alt partiyi oluşturan Gregoryen ezgiydi. Tüm bu gelişim süreci içinde tek bir notasının bile değiştirilmeyen bu alt parti, ‘cantus firmus’ (sıkı, sağlam şarkı) olarak adlandırılmıştı. Motetin kilise bağlamından uzaklaşması sürecinde Gregoryen ezginin dini içerikli sözleri söylenmemeye başlanacak ve giderek yerini üstteki din dışı sözlere eşlik eden bir çalgı aleti alacaktı.
Roma Katolik Kilisesinde ibadet, esas olarak missa olarak adlandırlan ayin ile gerçekleştirilir. Ayine eşlik eden müzik, altı, bazen de daha fazla bölümden oluşur ve aralıksız söylendiğinde yirmi dakikadan biraz uzun sürer. Özel günler için geliştirilmiş ayinlerden farklı olarak standart bir missa beş bölümdür. Kyrie, ya da Kyrie eleison, (Tanrım acı bize), cemaat ve koronun değişimiyle her cümlenin üç kez tekrarlandığı birinci bölümü oluşturur. İkinci bölüm olan Gloria (yücelik) bir sabah ilahisidir. Üçüncü bölüm, Tanrı’ya inanışı duyuran kapsamlı dua Credo’dur (inanış). Dördüncü bölüm Sanctus (kutsallık) ve Benedictus (kutsama) olup, meleklerin Tanrı önündeki şarkısı ile İsa’nın Kudüs’e girişindeki Hosanna, yani Tanrı’ya şükür çağrılarını içerir. Beşinci bölüm olan Agnus Dei, yani Tanrı’nın Kuzusu’nu da, kapanışta Dona Nobis Pacem (dünyaya barış dileği) izler. Tıpkı Gotik mimari gibi, missa da, tek bir eser içinde çeşitli ruh hallerini ve kontrpuan çeşitlemelerini içerir.
Ars Nova’nın başta gelen temsilcilerinden biri besteci Guillaume de Machaut’dur (1300-1377). Batı sanat müziği tarihinde Machaut, din dışı parçaları, motet, balad ve şarkılarının ötesinde, Dört Sesli Notre Dame Missası dolayısıyla büyük bir önem taşımaktadır. Bu eserle birlikte, tarihte ilk kez, dinsel bir törenin ayrı parçalarını bir bütün içinde birleştiren missa formu yaratılmıştır. Machaut missasıyla, senfoni ya da konçerto gibi bir müzik formunu geliştirerek, geleceğin büyük bestecilerinin unutulmaz eserlerini verecekleri çerçeveyi oluşturmuştur.
Aşağıda yer alan eserler, missa formunun tarih boyunca geçirdiği dönüşümlerin önemli bazı köşe taşlarını oluştururlar. Machaut’dan yaklaşık 400 yıl sonra Johann Sebastian Bach, kendi B minor missasını tamamlamıştır. Mozart ise D minor Requiem’ini, yani ölüler için missayı 1791 yılında yazmaya başlamış, ama bitiremeden ölmüştür. Yüz yıl kadar sonra, 22 Mayıs 1897’de Verdi’nin Messa da Requiem’i Milano’da San Marco Kilisesinde ilk kez icra edilmiştir. Andrew Lloyd Webber’in Requem’inin prömiyeri ise, 1985 yılının 24 Şubat günü gerçekleşmiştir.
JOHANN SEBASTIAN BACH: B MİNOR MİSSA
WOLFGANG AMADEUS MOZART: D MİNOR REQUIEM
GIUSEPPE VERDİ: MESSA DA REQUIEM
ANDREW LLOYD WEBBER: REQUIEM
Gotik Uluslararasılaşıyor
1150-1350 yılları arasında Gotik, Paris çevresinden çıkarak tüm Hıristiyanlık Alemine yayıldı. Yüzlerce yeni katedral ve kilise, binlerce de küçük bölge kilisesi hep bu stilde inşa edildi. Fransız Gotik tarzı da, Chartres Katedrali’nin küçük kopyası olan İspanya’daki Leon Katedrali örneğinde olduğu gibi, Batı Avrupa’nın birçok yerinde genellikle fazla bir değişiklik yapılmadan tekrarlandı durdu. Buna karşın İngiliz Gotiği pencerelerdeki taştan kafes oymaları ile oldukça özgün bir karakter gösterdi. İngilizlerin geliştirdiği bir diğer Gotik unsur da yelpaze tonozlardı.
Alman Gotiği daha sade pencereler, güçlü ve ağır duvar destekleri ve kare tabanlı kubbe tonozlar ile temsil edilir. Gökyüzüne ok gibi yükselen tek kulesiyle Strasburg Katedrali de, Almanların inşa ettiği katedrallerin en Gotiğidir.
Büyük farklılık ise İtalyan Gotiğinde görülür. Renkli bezeme, mermer bantlar ve mozaikler İtalyan katedrallerinin ayırıcı özellikleridir.
Şu bir gerçek ki, Gotik tarzın ana vatanı Kuzey Avrupa’dır. Mühendislik, taş işçiliği ve dış süslemeler dahil her şeyin tek bir sorumlunun, yani baş taş ustasının gözetiminde olması da, bu tarzın belirleyici özelliğidir.
Mimaride baş taş ustasının oynadığı role benzer bir rolü Orta Çağ bestecisi de müzikte oynar. Kendi yazdığı müziği, kendi kilisesinde kendisi yönetir; dolayısıyla da bestesinde tempo, partisyon, duygu gibi unsurları ayrıca belirtmeye gerek duymaz. Bu nedenle, aynı eserin değişik icraları birbirinden büyük farklılıklar gösterirler.

LEON KATEDRALİ, İSPANYA

KING’S COLLEGE, CAMBRIDGE

SIENA KATEDRALİ, İTALYA
Kuzey Avrupa’daki katedral bezemelerinin büyük bir kısmı taş heykellerden oluşur. Ama bunlara, antik Yunan ve Roma heykellerinde olduğu gibi, her açıdan bakma olanağı yoktur. Ya bir duvara dayanmışlardır, ya bir nişin içindedirler, ya da bir lahit kapağına uzanmışlardır. Orta Çağın uzunca bir süresi boyunca duvar rölyefleri olarak görülebilirler. Gotik heykellerde bedenin, ya da formun güzelliği de anlatılmaz. Yansıtmaya çalıştıkları, acı, hüzün, yakınma, mutluluk ve coşku gibi duygulardır. Bazen kilise tarihinden bir olayı anlatırlar, kimi zaman da dünyadaki kötülüğü ve kıyamet gününde lanetlileri bekleyen dehşeti.
Gotikte mimari bezemenin bir başka önemli unsuru da vitray pencerelerdir. Bunlar, hem iç mekana değerli taşların renklerini içeren ulvi bir ışık yansıtırlar, hem de daha önce Romanesk dönemde duvar boyamasının üstlendiği role benzer bir rolü üstlenip, İsa ile azizlerin hayatını ve Eski Ahit öykülerini anlatırlar. Gotiğin ilerleyen dönemlerinde bazen dini olmayan konular da vitraylara işlenmiştir. En yaygın olarak baş vurulan bezeme de, tavan satıhları ve duvarlarda kullanılan fresklerdir. Boya, fildişi, altın, mermer ve kıymetli taş gibi pahalı malzemelerin görünümünde uygulanarak onların yerini tutar. Sembolik figürlerin ötesine geçilip boyayla nelerin yapılabileceğinin araştırılmasıyla, resim üçüncü boyutu kazanacak, bu da güzel sanatlarda çığır açacaktır. Küçük adımlarla da olsa, zaman içinde resimler giderek daha canlı, resmedilen duygular da daha gerçekçi olmaya başlayacaktır.
Erken Orta Çağda kentler, bir şato veya manastırın çevresine sığınmış az sayıdaki evlerden oluşur. Kent surları içinde şehirleşme giderek yoğunlaşınca, yapılaşma etraftaki kırsal alana yayılmış, kilise de bunun merkez noktası olmuştur. Kent gibi, kentliler de, onun huzur veren gölgesinde yaşamaktadırlar. Ayrıca kilise, kentin sadece fiziksel merkezi değil, aynı zamanda ekonomik, entelektüel ve ruhsal odağıdır da. Önündeki meydanda bulunan çeşmesinin etrafı halkın toplanma yeridir; erken dönem kilisenin vaftiz çeşmesi de, kentin merkezi.
Kısacası, Antik Yunan’da Akropol ne ise, Hıristiyan Aleminde kilise de odur. Orta Çağ insanı kilisenin İsa’nın vücudunu temsil ettiğine inandığından, binadan içeriye atılacak adımın Tanrıyla bütünleşmek olduğunu düşünmüştür. Nitekim Orta Çağ kilise mimarisini dile getirirken, bugün bile hala, kaburga ya da iskelet gibi insan bedeninin tanımlanmasında baş vurulan sözcükler kullanılmaktadır.
Katedralinin pencerelerinden süzülen zengin renkli ışık huzmelerinin huşusu içinde Orta Çağ insanı, yüzü gökyüzüne dönük, sonsuz inayet ve selameti hayal etmektedir. İnsan oğlunun bakışlarının yeryüzüne çevrilmesi ise, farklı bir toplumun doğum sürecindeki ilk adımı oluşturacaktır.