KARA VEBA

14. Yüzyılda Batı toplumu vahşet ve acılarla dolu bir gün batımına girmiş; veba, savaş, aşırı vergilendirme, soygun, talan ve kitle başkaldırılarıyla birlikte pre-modernin çöküşü başlamıştır. 20. Yüzyıl, savaş, ekonomik bunalım, toplumsal huzursuzluk, yitirilen değerler, yolsuzluk, çılgın tüketim, lükse düşkünlük, sosyal ve dini isteri, haset, kötü yönetim gibi özellikleriyle, adeta bu dönemin bir yansımasıdır. Bu nedenle, belki de herkesten çok 20. Yüzyılın çocukları, felaketler altında ezilen bu yüzyıla anlayışla yaklaşabilirler. Hatta burada, kendi çektiklerinden daha büyük acıların varlığını bulup, biraz olsun avunabilirler. Yaklaşık altı yüzyıl öncesinin bu Geç Orta Çağ toplumuna bakarken insan karakterindeki bazı özelliklerin süreklilik gösterdiğinden kuşku duymamaları da zor. Sanki uzaktaki bir aynaya bakar gibiler.

14. Yüzyılın başında Avrupa’da tarıma açılabilecek alanlar doğal sınırlarına kadar genişlemiş durumdaydı. Mevcut teknoloji ile bu alanlardan elde edilebilecek ürün miktarı da mümkün olan en üst düzeye ulaşmıştı. Üretim tekniklerinde bir değişiklik olmadığı sürece ürün miktarlarını arttırmak mümkün değildi. Bu nedenle Avrupalı, iklimin de soğumasıyla birlikte girilen ‘küçük buz çağında’, nüfusun beslenmesi açısından ciddi bir tehditle karşı karşıya kalmıştı. Yüzyılın başından itibaren Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden açlık feryatları yükselmeye başlamıştı bile.

Doğanın zulmü yetmiyormuş gibi, savaşlar da Avrupa’yı egemenliği altına almıştı. Adeta herkes herkesle savaş halindeydi. Hayatını yağma ile sürdüren paralı askerler etrafta kol geziyordu. İtalya’nın güneyinde Napoli Krallığı kesintisiz biçimde sürdürüyordu savaşı. Kuzeyinde, Floransa, Venedik, Siena ve Cenova iç savaş yaşıyorlardı. Almanya’daki durum daha da kötüydü. Bağımsız prensler hem birbirleriyle, hem de zayıf imparatorlarla savaş halindeydiler. Kıtanın kuzeybatısında ise Fransa, İngiltere ile yüz yıldan da uzun sürecek Yüz Yıl Savaşına girmişti.

Yaşam güçlüklerini daha da ağırlaştıran savaşlar yüzyılın ikinci yarısından itibaren başta Fransa ve İngiltere olmak üzere, köylü ayaklanmalarının ortamını hazırladı. Şatolarının ateşe verilmesi, karılarına tecavüz ve ölüm tehdidiyle karşı karşıya kalan toprak soylularının mevcut düzeni ayakta tutabilmek için şiddet kullanmaktan başka çareleri kalmamıştı.

Kendisine en çok ihtiyaç duyulan dönemde Kilise’nin durumu da içler acısıydı. Güvenlik nedeniyle Papalar, Roma’da değil, Avignon’da ikamet ediyorlardı. Kilise’nin genel kabul görmüş doktrininden sapan akımlar, İngiltere, Bohemya ve güney Fransa’ya yayılıyor, Papalık da bunları denetim altına almakta zorlanıyordu. Kutsal Topraklar 1290’lı yıllarda kaybedilmişti, geri kazanma yönündeki girişimler de tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

6. Yüzyıldan bu yana varlığını unutturmuş görünen vebanın 14. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren kitleleri kırıp geçirmeye başlamasıyla birlikte Avrupa, ölümün kol gezdiği bir kıtaya dönüştü. Orta Çağın bu geç döneminde, kıtlık tehdidi altında yaşamlarını sürdürmeye çalışan insanlar, eğer ardı arkası kesilmeyen savaşlar sırasında da hayatta kalmayı başarabildilerse, şimdi de nedenini bir türlü anlayamadıkları kara ölümle baş etmek durumundaydılar. Bu ölüm-kalım mücadelesinden Avrupa, toplam nüfusunun yaklaşık yarısını kaybederek çıkacaktı.

Buffalmacco Triumph of Death 1334-42 Dance of Death

BUFFALMACCO: ÖLÜMÜN ZAFERİ (1334-42)

Hıyarcıklı veba olarak da bilinen Kara Veba, 1300’lü yılların en ölümcül hastalığıydı. Enfeksiyonun kaynağı Çin’den gelen pireler olmuş, bunlar taşıdıkları yersinia pestisi, sıçanların da yardımıyla, insanlara bulaştırmışlardı.

Kara Ölüm üç biçimde çıkmıştı ortaya: hıyarcıklı veba, kan vebası ve akciğer vebası. Hıyarcıklı vebanın belirtileri ateş, titreme, kas ağrıları, baş ağrısı ve şişmiş lenf bezleriydi. Deride kırmızı benekler oluşacak ve bunlar karardığında ölüm kaçınılmaz olacaktı. Ölüm oranının yüzde 95’e vardığı akciğer vebasında, hastalar çoğu zaman başka yerlere ulaşamadan öldüklerinden, istatistik verileri sınırlı kaldı. Kan vebası ise, en nadir görüleni olmuştu ve ölüm oranı yüzde yüzdü.

Kara Ölüm, 1320’lerin sonlarında, Gobi Çölünde patlak vermişti. Aslında veba mikrobu bu salgından önce de canlı ve aktifti. Avrupa 6. Yüzyılda bir salgın yaşamış, ancak hastalık sonraki yüzyıllarda göreceli olarak uykuya girmişti. 14. Yüzyılda Dünyanın ikliminin soğumaya başladığı biliniyor; belki de yeni salgın bir şekilde bu ‘Küçük Buz Çağıyla’ ilişkiliydi.

Vebayı karavan yolları Batıya taşıdı. 1345’e kadar Volga Nehrine varmıştı. 1346 yılında Kafkasya ve Kırım’daydı, 1347’de de İstanbul’a vardı. O yılın sonbaharında İskenderiye’yi vurdu; 1348 baharında kentte günde bin kişi ölüyordu. Kahire’de bu sayı yedi katına ulaştı.

Hastalık, gemi ve kara yoluyla dolaştı durdu. 1347 yazında Kıbrıs’a ulaştı, ardından da Sicilya’ya. Ekim ayında bir Ceneviz ticaret gemisine Messina’dan bindi. Kış boyunca kuzey İtalya’daydı. Ocak 1348’de Marsilya’ya vardı. İlkbaharda İngiltere’yi, Eylül ayında da Paris’i vurdu. Ren Nehri boyunca ilerleyerek Almanya üzerinden Hollanda’ya vardı. 1349’da vurulan Norveç oldu. 1350 yılına dek Doğu Avrupa, 1351’e kadar da Rusya henüz salgından etkilenmemişti. Hastalık, ticaret yollarını izleyip kentlerde yoğunlaşmak eğiliminde olduğundan, Yakın Doğu, Batı Akdeniz, daha sonra Kuzey Avrupa ve nihayetinde de Rusya’ya dönen dairesel bir yol izlemişti. Vebanın bu yolu, açık bir biçimde Orta Çağ ticaretinin coğrafyasını tanımlıyordu.

Agnola di Tura (Sienalı Tarihçi):

"Ve yüzlercesi gündüz ve gece öldüler ve hepsi hendeklere atıldılar ve üstleri toprakla örtüldü. Ve bunlar dolduğunda yenilerini kazdık. Ben, Agnolo di Tura, beş çocuğumu kendi ellerimle gömdüm. O kadar çok kişi öldü ki, herkes dünyanın sonunun geldiğine inandı."

Flagellantlar Sahnede

Sanılacağın aksine, gerek laik otoriteler, gerekse kilise, bu felaketin günahkar bir dünyadan Tanrı’nın aldığı intikam olmayıp, bir salgın hastalık olduğunun farkındaydı. Yetkililer bununla baş edebilmek için atabilecekleri tüm adımları attılar, ama çaresiz kaldılar. İnsanları başka ‘tedavi yöntemlerine’ yönlendiren de, onların bu çaresizliği oldu. İnsanların çoğu, hastalığın havayla bulaştığına inandıklarından, bu ölümcül nefesi önleyebilmek için, doğal kokulara ve otlara başvurdular. Her türlü tütsü yakılıyor, ardıç, çam, limon yaprakları, biberiye, kükürt ve benzerlerinden medet umuluyor, yüzü kapatmak için aromatik yağlara batırılmış mendiller kullanılıyordu. Ses tedavisi bir başka yöntemdi. Belayı yerleşim bölgelerinden uzak tutmak için kilise çanları çalınıyordu. Topun icadından sonra bazı kasabalar da top atışlarına başlayacaklardı. Bir kocakarıdan veya eczacıdan satın alınabilecek sonsuz sayıda tılsım ve büyü de vardı tabi. Ancak, veba taşıyıcıları olarak sıçanlarla pirelerden hiç şüphe duyulmuyordu. 14. Yüzyıl Avrupa’sında sıçanlar alışıldık hayvanlardı; veba kayıtlarında da pirelere rastlanmıyordu. Salgının gerçek nedeni olan yersina pestisi ise, 19. Yüzyılın ortalarına kadar keşfedilemedi; yani tam 500 yıl sonrasına dek!

Flagellants at Doornik in 1349 Black Death Plague

DOORNIK’İN KENDİNİ KIRBAÇLAYANLARI (1349)

Bir türlü önlenemediğine göre veba, ilahi öfkenin bir tezahürü olmalıydı. Durum böyleyse eğer, Hristiyanlar bu öfkeyi dindirmek için ellerinden geleni yapmalıydılar. Kendilerini kırbaçlayanlar (flagellant) çaresizliğin yarattığı bu fikrin sonucunda ortaya çıktılar. Kasaba ve kırsalda dolaşarak halkın önünde günah çıkaran bu gruplar, İsa’nın insanlığın günahları için kendini feda etmesi benzeri, kendi bedenlerine her türlü ezayı yapıyorlardı. Sonunda işi İsa’nın ölümünden sorumlu tuttukları Yahudileri ve hatta kendilerine karşı çıkan din görevlilerini öldürmeye kadar vardırınca, Ekim 1349’da Papa tarafından kınanacaklar ve tüm makamlara bastırılmaları emredilecekti. Buna rağmen 16. Yüzyıla dek zaman zaman geri gelen veba salgınlarında hep ortalıklarda gözüktüler.

Refahta Artış ve Uluslararası İş Bölümü

Veba, 1347 sonbaharında Avrupa’ya gelmiş, iki yıl içinde de her üç kişiden birini öldürmüştü. Bu tarihin ne öncesinde böyle bir şeye rastlanmıştı, ne de sonrasında böyle bir şey yinelendi. Avrupa’nın bazı bölgelerinde yaşanan acılar kıta ortalamasının oldukça üzerindeydi. Örneğin, Floransalıların yüzde 45 ila 75’i tek bir yıl içinde ölmüşlerdi, bunların üçte biri de ilk altı ayda. Dönem kayıtlarını en iyi tutan Venedik’te nüfusun yüzde 60’ı 18 ay içinde ölmüştü, salgının tepe noktasında ölü sayısı günde 600’e varmıştı.

Kentler, kırsal kesimden aldıkları göçle görece hızlı bir şekilde toparlanacaklardı. Kırsal alanda ise toparlanma, köylüler tarlalarını terk ettiklerinden, çok daha yavaştı. Bazı köylerde nüfus tümüyle yitirilmiş, topraklar terk edilmişti. Örneğin, Norveçli denizciler 15. Yüzyılın başında Grönland’ı yeniden ziyarete başladıklarında, yalnızca vahşi sığırlar görmüşlerdi insansız köylerde dolaşan. Kırsal alandaki aileler, arkalarında mirasçı bırakmadan göçüp gitmişler, iş-gücü yetersizliği nedeniyle toprak sahipleri serflerini toprağa bağlı tutmakta zorlanmışlar, olması gerekenden daha az sayıda köylü olduğu için de, onları daha fazla angaryaya zorlamışlardı. Buna karşın köylüler, daha adil muamele, ya da daha hafif iş yükü talep eder olmuşlardı.

Doğrusu kentlerdeki durum da parlak değildi. Borçlular ölmüş, finansal sistemler çökmüştü. İnşaat projeleri, ya bir bir süreliğine durmuş ya da tamamen terk edilmişti. Loncalar zanaatkarlarını kaybetmişler, yerlerine yenilerini de koyamamışlardı.

İş-gücü sıkıntısı özellikle kısa dönemde ciddi boyutlara ulaşmış ve gerçek ücretler yükselmişti. Azalan nüfusun neden olduğu mal arzındaki fazlalık yüzünden de mal fiyatları düşmüştü. Şansı yaver gidip hayatta kalmayı becerebilmiş olanlar açısından bu durum, yaşam standartlarının yükseldiği, yani bira, et ve süt ürünleri ile şarap gibi bazı ‘lüks’ ürünleri şimdi daha çok tüketebilecekleri anlamına geliyordu.

Pierre de Crescens Tilling the Fields 15th Century

PIERRE DE CRESCENS: TARLALARIN SÜRÜLMESİ (15. YÜZYIL)

Medieval Songbook: Monkey in the Middle

ÇOCUK ŞARKILARI KİTABI: MAYMUN ORTADA

En uygun ürünün ne olduğuna bağlı olarak Avrupa’nın çeşitli bölgelerindeki araziler süt ve et ürünleri için hayvancılık, şarap için üzüm, bira için de malt yetiştirilmek üzere kullanılmaya başlandı. Farklılaşmanın sonucunda da ortaya, bugün hala varlığını sürdüren, uzmanlaşmış bölgesel ekonomiler çıktı: İngiltere’de koyun yetiştiriciliği ve bira üretimi, Fransa’nın bazı bölgelerinde şarap bağları; İsveç’te de, ucuz Alman tahılı karşılığı, tereyağı üretimi. Lüks mallara yönelik talep, Floransa, Venedik ve Milano ekonomilerini de ipek ve hafif yünlülerle diğer ince kumaş imalatında ihtisaslaştırdı. İhtisaslaşmış bir üretimle elde edilen bölgesel ürünlerin ticareti ise, deniz taşımacılığının geliştirilmesini gerektirmişti. Özellikle kuzey İtalya ve Almanya’daki bazı kentler bu koşullardan yararlandılar ve Almanya’da, Lübeck ile Bremen liderliğindeki bir grup şehir devleti, Baltık ve Kuzey Denizlerindeki uzun mesafe ticaretini kontrol altına almak üzere, Hansa Birliğini kurdular.

Vebanın Kültürel Sonuçları

Floransalı tarihçi Villani, vebanın, zengin, fakir demeden herkesi kırıp geçtiğini, köylerle kentleri ıssız bıraktığını yazmış, “ve veba, ___ kadar sürdü” diye not düşmüştü. Anlaşılan vebanın sona ermesinden sonra tarihi doldurmayı planlamıştı. Ama buna fırsatı olmayacak ve 1348’de vebadan ölecekti.

Vebadan en çok etkilenen yerlerin başında üniversiteler ve okullar geliyordu. Bunların bir kısmı ya kapatıldı, ya da terk edildi. Korkunç hastalık ve bunun sonucunda uğranan çok sayıda yaşam kaybı her yere umutsuzluğu getirmişti beraberinde. Tanrı neden yapıyordu ki bunu? Neden kilisesindeki hizmetkarları onun gazabını önleyemiyorlardı bir türlü? Anlaşılan hayatın gizemini çözmek zor işti; ölüm gerçeği ise oldukça açık.

RING AROUND THE ROSIE

Veba zamanının çocuk oyun ve şarkıları bile acıyla doluydular. Bunlardan birinde, yere çömelmiş arkadaşlarının etrafında gül bahçesinde elinde çiçek demetiyle dolaştığı şarkısını söyleyen bir çocuk, küller, küller diye haykırıp hepimiz düşüyoruz diye bağırıyor ve oyun gereği de tüm çocuklar kendilerini yere atıyorlardı. ‘Gül bahçesi’ Meryem’e göndermeydi, eldeki ‘çiçek demeti’ de vebaya yakalanmış ve çürürken kokan hastalara yaklaşabilmek için doktorların yanlarında taşıyıp burunlarını kapattıkları çiçek demeti. ‘Küller’ ardı ardına ölen insanların dini törene fırsat kalmaksızın yakılan cesetlerinin küllerine göndermeydi. Kendilerini yere atan çocuklar da kaçınılmaz ölümün temsili. Ne çocuk şarkısı ama! Bugün onların oynadıkları bol ölümlü bilgisayar oyunlarını hiç aratmıyor doğrusu.

Ölümün Dansı

Umutsuzluğun yüksek tonu zamanın sanatında da belirgindi. Bunun çarpıcı örneklerini lahit kapakları ve mezar heykellerinde görmek mümkündür. Bazen eşleriyle birlikte büyük feodal beyler genellikle dinsel konuları betimleyen taş oymalarıyla bezenmiş lahitlerde gömülürlerdi. Bunların kapağında da içinde yatan ya da yatanların bir heykeli bulunurdu. Daha önce bu heykeller kılıcı ve kalkanıyla zırhını kuşanmış soyluyu ve yanında en iyi giysileri içinde yatan eşini mümkün olan en güzel halleriyle betimlerlerdi; sağlıkları yerinde ve öldükleri zamanda bulundukları yaştan biraz daha genç görünümde. 1400’e doğru bu heykellerde insana rahatsız veren bir değişme yaşandı. Bunların bazılarında içinden iskelet parçalarının seçildiği yarı ayrışmış bedenler görülüyordu. Parçalanmış giysilerin zor örttüğü bu bedenlerde de, bazen solucanlar ve salyangozlar çürümüş ete batıyorlardı.

Abbey Church Fontevrault Maine-et-Loire

ASLAN YÜREKLİ RICHARD VE EŞİ

Tomb of François de la Sarra

FRANÇOIS DE LA SARRA’NIN LAHDİ (1363)

Güzel sanatlarda da heykeldekine benzer vahşet sahneleri çıkmıştı ortaya. Yeni tarzın bir de adı vardı: Ölümün Dansı. Bu tarzın ürünü olan resimlerde, günlük yaşam kesitlerinde canlılar, iskeletlerle birlikte gösterilmekteydi; hasat festivalindeki köylüler, şantiyelerdeki işçiler veya ormandaki avcılar ve bunların arasına katılan iskeletler. İskeletten atlar cesetleri ava götürüyor; köylü kızlar ölümle dans ediyor; bir iskelet, vaftiz havuzundan bebek alıyordu. Yan yana getiren imgeler dehşet vericiydi ve insana en neşeli anında bile korku salıp ölümü hatırlatıyorlardı.

Danse Macabre in Tallinn by Bernt Notke 1463–66

BERNT NOTKE: DANCE MACABRE (1463)

Zalim bir sanat türüydü Ölümün Dansı. Türün yapıtları, özellikle kiliseler, krallar, ya da kent meclisleri tarafından talep ediliyor ve halka açık yerlerde sergileniyorlardı. Üstelik konu bu görüntüleri yaratan sanatçılar değildi sadece; onların patronları da bunlar için kendilerine para ödüyor, kentin en seçkin yerlerinde bunları sergiliyor ve yenilerini sipariş ediyorlardı.