UVERTÜR

Modernizmin Öyküsü bir uygarlık tarihi anlatısı değildir. Batı uygarlığını diğer uygarlıkların üstünde gören açık, ya da örtük bir anlayışın ürünü de değildir. O, modern toplumun hareketini anlama ve anlatma gayretidir. Bu nedenle de, dünya ekonomisinin merkezine odaklanmıştır ve merkezi değil çevreyi, Batıyı değil Doğuyu merak edenlere fazla bir şey söylemez.

Yeniden Tanımlanan Dünya

Çalışma hayatım boyunca beni en çok heyecanlandıran projeler çok-kültürlü ortamlarda yürütülenler oldu. Bu tür projeler sırasında farklı uluslardan insanlar arasında kurulan ilişkilerin, birlikte yapılan işin gerektirdiği ortak dilin birkaç yüz sözcüğüyle sınırlı olmadığı hemen anlaşılıyordu. Aynı masada çalıştığım, ilgi alanlarını bildiğim, huylarını, tutkularını, hatta kişisel bazı sorunlarını öğrenmek durumunda kaldığım ‘yabancılarla’ kimi zaman yaşamın, işin ötesinde kalan kısımlarını da paylaşmak istedim. Bu isteğin gerçekleşmesinin edinilmiş ortak dilin ötesinde, ortak bazı kültürel unsurların varlığına bağlı olduğunu kavramak için de, ne aklın hizmeti gerekti, ne de zengin deneyim.

Ben çalışırken kızlarım büyüdüler. Onların kuşağını İstanbul’da çeşitli üniversitelerde hocalık yapmaya başladığım yıllarda biraz daha yakından tanıma olanağını elde ettim. Bazen baba, bazen da hoca olarak yenileri yeteri kadar sorumlu bulmamaktan kaynaklanan yakınmalarımın, aslında çok daha derinlerdeki bir toplumsal dönüşümün sonucu olduğunu fark etmem ise, doğrusu biraz zaman aldı. Bu tanışma süreci sırasında algıladığım şey, bu kez kuşaklar arasında boy gösteren temel sorunun geçmişten bildiğim, daha çok çalışmak, daha çok okumak, daha az eğlenmek, ya da daha saygılı olmak gibi az ve çoklarla tanımlanabilecek bir nicelik sorunu olmadığıydı. Tarafları birbirlerinden ayrı düşüren niteliksel bir kopuş yaşanmıştı. Yenileri anlayabilme gayreti kopuşun nerede ve ne zaman olduğunu düşündürdü bana. Kısacası, ne olduysa olmuş, yakın geçmişte ortaya çıkan iklim değişmesi sonucu, benim de bir zamanlar içinde yaşadığım insan ilişkileri modelleri dağılmış ve kuşaklar arasındaki bağ kendiliğinden kopmuştu. Kapıldığım merakın etkisinde bir taşla iki kuş vurmaya karar verdim: Modern dünyayı kuran uygarlığın öğrencisi olacak; bu sayede, hem onun yarattığı egemen kültürün niteliğini kavrayacak, hem de, kuşaklar arasındaki bağı koparan iklim değişikliğinin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını anlayacaktım.

Teknolojinin Değiştirdiği Yaşam Biçimi

20. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren dünyanın içinde bulunduğu durumu açıklayan metinlerde, teknolojik gelişme ve küreselleşme gibi kavramlarla birlikte, post-endüstriyel ve post-modern türünden ‘post’ ön ekli sözcükler sıkça kullanılır olmuştu. Bu açıklamaların söylemleri, tarih anlayışları, politik ve etik sonuçları birbirlerinden oldukça farklı olmakla birlikte, gene de ortak bir ana temaları vardı: bilim ve teknolojideki ilerlemelerle üretim organizasyonundaki değişmelerin Batı toplumunda köklü bir dönüşüme neden olduğu ve bu dönüşümün yeni bir yaşam tarzını ortaya çıkardığı.

1980’lerden itibaren yaygınlık kazanan bu türden açıklamalar, toplumun bu yeni evresini belirleyen unsurları, kimi zaman, kapitalizmin küreselleşmesi ve bu küreselleşme sırasında iş-gücü ve sermayenin uğradığı yapısal dönüşüme, kimi zaman da, genel olarak bilimdeki, özel olarak da mikro-elektronik ve enformasyon teknolojisindeki gelişmelere dayandırıyorlardı.

Bilişim ve iletişim alanlarında odaklanan mikro-elektronik teknolojisindeki devrimin yüzyıl dönümü toplumunun şekillenmesinde yarattığı çok yönlü etkiler, gündelik yaşamın her alanında belirgin biçimde hissedilmekte. Üstelik, yeni teknolojinin olanak sağladığı CAD ve CAM kullanımları ile otomasyon, iş-gücü ile sermayenin üretkenliğini arttırarak, çalışma hayatını derinden etkilemiş; yeni elektronik iletişim sistemlerinin devreye girişi, bilginin üretim ve düzenlenmesini merkezi konuma taşıyarak üretimin yapısını değiştirmiş durumda. İşte bu nedenlerle, bilgi toplumu kuramcılarına göre, teknolojideki devrim sanayi toplumunu dönüştürerek yeni bir çağa öncülük ediyor. Çünkü, yeni teknoloji, otomatik banka vezneleri ve süpermarketlerdeki otomatik hesap makinelerinin ötesinde, kütüphanelerin ve arşivlerin bir bilgisayar terminali aracılığıyla ayrı noktalardan taranabilmesini, depolanmış bilginin mikrofilm ya da mikro-fiş aracılığıyla okunabilmesini, dünyanın belli başlı borsalarının birbirleriyle kurdukları elektronik bağlar sayesinde hisse senedi fiyatlarının dakikası dakikasına takibini ve ticaretin gece-gündüz demeden kesintisiz olarak sürdürülebilmesini mümkün kılıyor. Bilginin, tarihte ilk kez yerküre üzerinde anında paylaşılabilir hale gelmesi ise, gene tarihte ilk kez, gerçekten küresel bir dünya ekonomisinin oluştuğu fikrini temellendiriyor.

Aslında, bu bağlamda bir küreselleşmeden söz açabilmek için gerekli teknolojik koşullar önceki yıllarda tamamlanmış olmakla birlikte, sözcüğün kullanımının giderek yaygınlaşması, 1989 yılında Berlin duvarının yıkılmasıyla oldu. İkinci Dünyanın tarihe karışmasıyla birlikte dünyanın eski verileri silinmişti. Yeni durum, yeni tanımlamalar gerektiriyordu. Duvarın yıkılması ve bloklara dayanan siyasetin son bulması, görünürde birçok ülkede demokrasinin yeniden kurulmasına ve kişisel özgürlüklerin geri kazanılmasına neden olmuştu. Bu gelişmeler beklenen fırsatın nihayet doğduğu, geçmişin dehşet dengesinin yerine geçecek yeni bir uluslararası düzenin oluştuğu inancının yaygınlık kazanmasına yol açmıştı. Şimdi, küreselleşme kavramıyla yüzyıl dönümü dünyasının görünümü belirlenebilir, anlamı ve ilişkileri tanımlanabilirdi. Yeni ilişkilerin özü, sermayenin, iş-gücünün, yönetimin, haberin, imajın ve veri akışının sınır ötesi niteliğinde aranıyor; motoru ise, uluslararası şirketler, uluslararası medya kurumları, uluslararası resmi ve özel organizasyonlarda bulunuyordu.

1997’nin Uzak-Doğu krizinden, Dünya Ticaret Örgütünün 1999 Seattle toplantısına uzanan iki yıllık dönemin ertesinde ise Mesih müjdelerinin yerini doğum sancılarının acılı bekleyişi almıştı. Dünya, uluslararası güvenlik, ekonomi ve finans açılarından şimdi daha da genelleşmiş bir dengesizlik durumuyla karşı karşıyaydı. Tek küresel güç ile çok taraflılık, sayısız etnik ve kültürel çatışmanın yanı sıra, yeni parçalanma tehlikeleri yaratan dışlayıcı ve saldırgan milliyetçilik akımlarını ortaya çıkarmıştı. Amerikan kaynaklı popüler kültür, milliyetçi güdülerin yanı sıra dinsel gelenekleri de tahrik etmiş ve bunların kendilerini radikal yöntemlerle ifade etmelerine zemin hazırlamıştı. Karşıt çekim güçlerinin etkisindeki dünya, adeta her gün parçalarına ayrılıp isteksizce yeniden bütünleşiyordu. Böyle bir ortamda hükumetler, temsil ettikleri ulusal değerleri etkin bir biçimde koruma olanaklarını yitirdiklerinden, temsili demokrasi kurumu da kan kaybediyor, politika ve politikacı giderek gözden düşüyordu.

Küreselleşmenin neden olduğu siyasal ve etnik karşıtlıkların ötesinde, yeni teknoloji insanının evini ve kişisel yaşamını da denetim altına alarak, ne yiyeceğini, ne giyeceğini, ne okuyacağını, ne izleyeceğini imajlar kanalıyla belirler hale gelmişti. Kablo ve uydu donanımlarından oluşan gereçlerle etkisini gün geçtikçe arttıran televizyon, bu gelişmenin en belirgin simgesi sayılmakla birlikte, tele-bankacılık, tele-alışveriş, tele-iş, tele-eğitim kanallarından da, insan hayatının tamamı yeni teknolojinin kontrolü altındaydı. Bu durum da, enformasyon teknolojisinin sadece başka bir teknoloji olarak görülemeyeceği, bunun, geçmişin devrimci teknolojileriyle kıyaslanabilir nitelikte bir etki yarattığını ortaya koyuyordu. İyi ya da kötü, ama kesinlikle yaşam tarzını radikal bir biçimde değiştiren nitelikte.

Öte yandan, 20 Yüzyıl, fizik ve genetikte kaydedilen gelişmelerle birlikte, bilimin kendisinin de kabuk değiştirdiği bir yüzyıldı. Üstelik fizikteki sıçrama, bilgi felsefesi ve bilimsel yöntem konusunda üç yüz yıl boyunca geliştirilmiş kuramları adeta ‘eski gerçekler’ konumuna düşürebilecek cinstendi. Einstein’ın Görelilik ve Planck, Einstein, Dirac, Bohr, Schrödinger ve Heisenberg’in Quantum Kuramlarıyla birlikte, artık evrenin kendisi farklı biçimde tanımlanıyordu.

Sorgulanan Modernite

Bu baş döndürücü gelişmenin bilimsel yöntem üzerindeki etkisi ise, doğru-yanlış ikilemine dayanan tartışmalı Kartezyen mantığın yadsınması ve pozitivizm ile nedensellik ilkesinin tartışmasız egemenliğinin son bulması oldu. Galileo-Newton evreninin güven verici mekanik kurgusu ile bu kurguyu deşifre etmeyi beceren insan aklına duyulan güvenin ortak ürünü olan Aydınlanma düşüncesi de, Einstein-Bohr-Heisenberg evreninde ciddi biçimde sorgulanıyordu. Bunun doğal sonucu, aynı felsefeden kaynaklanan iyimser toplumbilim anlayışının da, eleştiriden payına düşeni almasıydı. Akla güvenen ve insanın tarihin ileriye akışını bilinçli bir biçimde hızlandırılabileceğine inanan rasyonel-pozitivist toplumbilim kuramcılarının yüzüne, Yirminci Yüzyılın Auschwitz ve Hiroşima belgeleri fırlatılıyordu. Rasyonalizminden bilimsel yöntemine, estetik görüşünden tarih anlayışına, hümanist etiğinden sanat felsefesine dek moderniteyi oluşturan tüm değerler sorgulama altındaydı.

Tarihsel ilintilerden bilerek ve isteyerek kaçınıp içinde bulunulan durumun özellikleri modernitenin olumsuzlanmasıyla tanımladığından, mevcut durum da varlığını, modernle olan bu karşıtlığına borçluydu. Eleştiri malzemesinin çeşitliliği ise konuyu oldukça karmaşık bir hale getirmişti. Yeni teknolojinin bağımsız değişken olarak kabulünden, tüketimin egemenliğine, küreselleşmenin yarattığı kültürel sorunlardan, bilgi felsefesine dek çeşitli alanlardaki farklı eleştiri ve gözlemlerden oluşan bu toplama yapıyı tanımlayan sözcük ise post-modern oldu.

Modernizmin Seyir Defteri

Modernizmin Öyküsü, geliştirdiği değerler sistemi ile post-modern eleştirinin hedefi haline gelmiş olan modernizmin kısa bir öz geçmişi. Bu öz geçmişin her bir ana başlığı da ayrı bir modülde ele alınıyor. Böyle bir çabada karşılaşılan temel zorluk, modernizmin bilimsel, düşünsel ve sanatsal yaratısını oluşturan unsurların olağanüstü zenginliği. Sorun, teknolojik ve bilimsel devrimlerden, iktisadi örgütlenme biçimindeki değişmelere, siyaset felsefesinden, bilgi kuramına, estetik görüşünden, etik anlayışına dek, modernitenin temel ögelerini, öykünün hedeflenen boyutunu aşmadan yansıtabilmek.

Modernizm, toplumun meşruiyetinin belirlenmesinde, geleneğe ve tanrısal otoriteye tanınmış olan önceliğin, aydınlanmacı-hümanist inkarı; yani, söz konusu meşruiyetin, herhangi dışsal bir otoriteye gerek duyulmaksızın, akıl ve bilimin ilkeleriyle temellendirilmesidir. Böyle bir temellendirme, bireysel aklın gerçeğin bilgisinin tek kaynağı olduğu yolundaki Descartes Cogitosu üstüne kuruludur. İnsan aklına duyulan güven, aydınlanmacı-hümanist yaklaşımın ilerlemeci tarih anlayışını da biçimlendirmiştir. Akla, tarihin akışını öngörebilme, hatta bunu etkileyebilme gücünün tanınması, tarihin çizgisel bir biçimde algılanmasını beraberinde getirmiştir. Bu algıya göre, toplumsal ilerleme, akıl ve bilim yardımıyla kavranabilir olan nesnel ve kaçınılmaz hedeflere adım adım yaklaşmak anlamına gelir.

Modernleşmenin yönlendirici unsurlarını, Rönesans, Reform, kapitalizme özgü ekonomik ilişkilerin artan egemenliği ve Aydınlanma hareketi oluşturur. Bu süreç boyunca dinsel kozmolojinin yerini bilimsel olanı almış, ekonomi giderek yaşama egemen olmuş, hümanizm, özgürlük, eşitlik ve ulusçuluk gibi ögelerden yeni bir değerler sistemi geliştirilmiştir. Siyasal alanda ise, monarşi ve oligarşilerin çöküşüyle birlikte, sistem giderek demokratikleşmiş ve toplumsal açıdan, sınıfsal ya da ulusal türden kimlikler belirleyici bir konuma gelmiştir.

Modernizmin Öyküsü, bu sürecin daha gerisinden, günümüz dünyasıyla arasında çeşitli türden benzerlikler kurulan, 14. Yüzyılın kaos ortamından başlıyor; yani pre-modernin krizine denk gelen Orta Çağın gün batımından.

Bu öyküyü oluşturmak için harcadığım çaba, çalışma hayatının bana bıraktığı sürelerle sınırlı kaldı. Dahası, geçmiş okumalarım elverdiği ölçüde yaklaşabildim konulara. Sonunda ortaya çıkanı da, kendilerinden koptuğumu düşündüğüm yeni kuşaktan genç dostlarım için derleyip, seveceklerini umduğum bir formata döktüm.

Modernizmin Öyküsü, üç ana modülden oluşuyor. Birinci modül olan Bir Modernite Masalı, Orta Çağ toplumunun derinliklerinden kopup modern topluma ulaşmayı amaçlıyor. Bunun için de, estetik anlayışından, bilgi kuramına, hümanist etiğinden, aydınlanmacı değerler sistemine, moderni ‘modern’ kılan yapı-taşlarını bir araya getiriyor.

İkinci modül, 20. Yüzyılın Dinamiklerini değerlendiren kısa bir 20. Yüzyıl anlatımı. Amacı da, yüzyıl başının bilim ve teknolojide yarattığı gelişmelerle savaş ortamının yol açtığı felaketlerin modern üzerindeki etkilerini anlamak ve modernizmi sorgulamak.

Üçüncü ve son modül olan Post-modern Durum ise, 1970’lerden sonra giderek belirginleşen yeni yaşam tarzının resmini çizmeye çalışıyor. Modernin yapı-taşlarındaki dönüşümleri gene aynı kapsamda ele alıyor ve bunların insan zihni ve zihniyetinde yarattığı etkileri tartışıyor.

Üç modül süren bu yolculuğun hedefi de, kendine özgü teknolojik bir temel üstünde yükselen günümüz dünyasının dönem ruhunu anlayabilmek. Haber ile bilgi, gelişme ile zenginleşme arasındaki farkların birbirine karıştığı, dillerden düşmeyen küreselleşme sözcüğünün, radikal bir dönüşümün habercisi olmaktan çok, ihracat sözlüğünün gözde bir kelimesi olarak algılandığı, mevcut kavram kargaşasının da genellikle lise ders kitaplarından akılda kalanların gazete köşe yazılarıyla birleştirilmesiyle aşılmaya çalışıldığı bir ortamda, bunu anlayabilmek daha da hayati bir önem kazanıyor.

Özetlenen kapsamıyla Modernizmin Öyküsü, genç kuşaklara 21. Yüzyıl başında yaşadıkları Dünyayı ve içinde çalıştıkları ortamı değerlendirmede gereksinim duyacakları düşünülen bütünsel bir perspektifi kazandırmak amacıyla geçmişin bilgisinin birazını olsun aktarabilme gayretinde. Geleceğe ilişkin kehanetlerde bulunmaktan kaçınarak da, Eric Hobsbawm’a sadık kalıyor: “Nereye gittiğimizi bilmiyoruz; bildiğimiz tek şey tarihin bizi bu noktaya neden getirdiğidir.”

Modernizmin Öyküsünü oluştururken bana en büyük desteği veren eşim Lale oldu. Ailenin ortak boş zamanlarını bilgisayar başında geçiren birine tahammül göstermenin ötesinde, araştırıp tartışarak da verdi bu desteği. Ama söylemeye gerek bile yok; tabi ki yanlışların tamamı sadece bana ait. Umarım bunlar, ‘alaylı’ olmanın rahatlığı içinde, okurdan beklediğim hoşgörünün sınırlarını fazla aşmamıştır.