GEÇMİŞTEKİ BİR AYNADA
BABAMIN OBJEKTİFİNDEN
ALİ FUAD GEDİK
Babamı görmeyeli yıllar oldu. 1987’de öldü o. Aslında yaşadığı süre boyunca da pek az gördüm kendisini. Annemle olan evliliği ben 5 yaşındayken son bulmuş. Geç yapılmış bir evlilik kurtarma çocuğu olarak omuzlarıma yüklenen bu zor görevi başarıp kurtaramamıştım ilişkilerini.
Eğer sahte anılar değilse bunlar, erken gençliğimden aklımda kalanlar, babamla birlikte olmayı çok istemediğim. Çözemediğim bir dille konuşurdu benimle, birlikte yürürken sokak ortasında durup anlamadığım sözcüklerle bilmek istemediğim konuları anlatır dururdu hep. Gelen geçen baktıkça pek bir utanırdım ikimiz adına. Aslında bir monolog idi yaptığı, benim varlığım da bu monoloğa diyalog görüntüsü vermekten başka bir işe yaramazdı.
SÜLEYMAN SIRRI GEDİK
BABAMLA ANNEM DEDEMİN MEZARINDA
Babası Süleyman Sırrı Gedik, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde Mustafa Kemal’in yanında yer alan Trabzonlu bir din hocasıydı. Ağabeyi de İzmir’in kurtuluşu sırasında kente giren Cumhuriyet ordusunun yüzbaşısı.
Arapça, Farsça ve Rumca bilen Süleyman Sırrı Efendi, Kudüs, Halep, Edirne ve Ankara kadılığı yapmış, II. Dönemden VI. Döneme dek de Meclisi Mebusana Trabzon milletvekili olarak katılmıştı. Geriye dönüp baktığımda dedemin bana en ilginç gelen anısı mübadele öncesinde Ayvalık’taki bir Ortodoks kilisesinde Rumca olarak verdiği ahlak vaazı ve bundan etkilenip gözleri yaşaran Rum kadınlar.
67 yaşına girdiğim doğum günümde kutlayacak artık fazla bir şey kalmadığından oturup babamın yazmış olduğu kitaplara yeniden göz atmaya karar verdim. Ve dehşete kapıldım. Bu kadar benzerlik olamazdı. Bunu mümkün kılabilecek ne birlikte geçen süremiz olmuştu, ne de ortak bir dilimiz. Bunu çözse çözse Sigmund çözebilir diye düşündüm. O da çoktan ölmüştü.
DEDEM, ABLAM VE BEN
GEZİ PARKINDA ARABA SEFASI
ŞEVKET, KEDİM VE BEN
Çocukluğumda Taksim Lamartin Caddesinde annemin babasına ait bir apartmanın en üst katında yaşıyorduk. Mavi gezegene gelişim de burada olmuştu. Bir alt katta dedemler otururdu. Merdivenleri inip çıkacak kadar büyüdüğümde akşam yemeğinin hazırlanması sırasında evde eksik olan yumurta, sirke, zeytinyağı gibi şeyleri inip anneannemden istemek benim görevim olacaktı.
Dedem Selanikli bir diş doktoruydu. Annem 1917 yılında Selanik’te doğmuş, ilkokulu ailenin göçtüğü İstanbul’da bitirmişti. Dame de Sion sonrasında İstanbul Hukuk Fakültesine gitmiş; 1936 yılında da bir yıl süren ilk evliliğini yapmıştı. Başarısızlıkla biten bu beraberliğin sonunda baba evine geri dönerken, boşandığı eşinin armağanı afacan ve sevimli bir zenci çocuk getirmişti yanında. Şevket, eşinin çiftliğinde çalışan bir kadının yetim oğluydu. Kadıncağız ilkokulu yeni bitiren çocuğa gereği gibi bakamayacağını bildiğinden olacak, beyin onu küçük hanıma armağan etmesine karşı çıkmamıştı.
Şevket çocukluğumda en büyük dostumdu. Taksim’deki Gezi Parkına oynamaya götürmekten, bitmez tükenmez sinema arzuma kadar her isteğime gülümseyerek boyun eğerdi. Hem koruyucum, hem bakıcım hem de arkadaşımdı. Sara krizine tutulup yere yığıldığında herkes çığlık çığlığa annemi çağırırdı. O da büyük bir maharetle Şevket’in ağzını açar ve nefes borusunu tıkamasın diye dilini öne çekerdi. Annemin öldüğü yıl, Şevket de yok oldu ortalıktan. Babam, bir sara krizi sırasında Tarabya’daki evin önünden Boğaz’a düşmüş olabileceğini düşünmüş olacak ki, dalgıçlara aratmıştı onun siyah bedenini. Ama sonuç değişmedi ve Şevket bulunamadı. Ablam ve ben onun intihar etmiş olduğundan emindik.
Dedem klasik Türk müziğine meraklıydı, hatta bir bestesi de vardı radyolarda çalınan. Akşamları onun katından müzik sesleri gelirdi hep. Genç Zeki Müren evin müdavimlerindendi.
ANNEM CELİLE
İHAP HULUSİ’NİN OBJEKTİFİNDEN
İHAP HULUSİ’NİN KUCAĞINDA
Babamın dünyası ise farklıydı. Onun en büyük eğlencesi Gümüşsuyu’ndaki Park Otelinde, Yahya Kemal, Peyami Sefa gibi dönemin önde gelen şair ve yazarlarıyla buluşmaktı. Anladığım kadarıyla annem de incecik beli ve kızıla çalan saçlarıyla renkli erkeklerden oluşan bu masaların çekim noktasıydı. Ablamın aksine, ben aşağı kattaki müzikli toplantılara pek ilgi göstermezdim. Benim eğlencem, akşamları elbiseleriyle uzandığı yatakta babamın yanına kıvrılıp anlattığı öyküleri dinlemekti. “Kaz Kafa” diye bir kahramanı vardı bu öykülerin. Hepsi anlık, uçucu ve doğaçlama anlatılardı. Sonradan anladığım Georges Melies’nin filmleriyle Jules Verne’in romanlarının rastgele uyarlamalarıydı bunlar.
Babamın öykü anlatımı benim büyüme sürecim sırasında roman okumalarına dönüştü. Başta gelen romanımız da “İki Çocuğun Devri Alemi” idi. Fransız yazar Jean de la Hire’in iki genç kahramanı, Jano ve Yanik kılavuzluğunda Afrikayı geziyorduk birlikte. Bazen de Jack London ve Amudsen’in peşin takılıp kutupları ziyaret ederdik. Yaşamı boyunca kendisini kentten kente ve kadından kadına atan bir babadan da zaten bu beklenirdi ancak.
O zamanlar babam Kadıköy Adliyesinde hakimdi. Doğu-Batı sentezi yoluyla kültür buhranını gidermeyi amaçlayan Türk Düşüncesi dergisinde yazıyordu. Derginin yönetmeni ve başyazarı Peyami Sefa idi. Kadrosunda da Behçet Kemal Çağlar, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Reşat Ekrem Koçu ve Ahmet Kutsi Tecer yer alıyordu. Babamın dergi merakı, ablamda ‘Papirüs’, bende de ‘Arayış’ ile devam etti.
Annem ile babam bunları yaparken ben de ilk sözcüğü etmeyi becermiştim. Genellikle küçükler yeni konuştuklarında “anne” ya da “baba” gibi laflar ederler. Ben ise arka balkondan merakla karşı inşaatta çalışan Kürt işçileri izlediğimden ilk sözcüğüm Kürtçe olmuştu: Diley.
Yazları Belvü Otele giderdik ailece. İlk aşkımı da burada 5 yaşında tanıdım.
ABLAMLA BELVÜ’DE DENİZDE
Sonra bu dünya çöktü. Annemle babam boşandılar. Babam kimliğine uygun bir hastalık bulmuş, verem olmuştu. Öylesine ilerlemişti ki hastalığı tümüyle tükenmiş akciğerinin yarısı alındığında diğer yarının onu yaşatabilecek gücü kalmamıştı.
Hafta sonları babamın Moda’daki evine gidiyordum. Bu ziyaretler öncesinde annem süt ve balla bedenimin direnci arttırmaya çalışıyor ve babama fazla yaklaşmamı öğütlüyordu. Babam da bütün bunların üstüne zorla kaymak yediriyordu bana. Öksürdüğünde yer gök inliyor, elinden düşürmediği mendille ağzını örtmeye çalıştığında mendilin rengi kırmızıya dönüyordu. Herkesin ümidi kestiği noktada Ermeni bir kadın doktor kurtaracaktı onu.
Ama annemin şansı tutmadı. Ben 13 yaşındayken geçirdiği kalp krizi sonucu Tomris’in kollarına yığıldı kaldı. Hastahaneye götürecek fırsatı bile tanımamıştı bize. Bundan böyle hüzün kişiliğimin yapı taşı olacaktı. Hatta zaman içinde o kadar alışacaktım ki buna, zevk almaya bile başlayacaktım. Ve sonunda Ahmed Haşim’in dediği noktaya varıp “melâli anlamayan nesle âşinâ” olamayacaktım.
Annemin ölümünden sonra anneannemin yanında kalıp Alman Lisesine devam ettim. Babama tamamen uzak düşmüştüm, hem ruhen, hem de mekan olarak. Ama bu kez Tomris renkli bir dünyanın kapılarını açacaktı bana, hem de rengarenk bir dünyanın. Babamın ışıkları da bundan böyle Tomris’in aynasında kırılarak aydınlatacaktı yolumu.
Alman Lisesinin orta okul kısmına gittiğim yıllarda Tomris de Ülkü Tamer ile evliydi. Ülkü, derslerime yardım etmenin ötesinde, dünya edebiyatının olmazsa olmazlarından oluşan küçük bir liste hazırlamış ve Gogol’ün Ölü Canlar’ıyla başlatmıştı beni bu listeye. Ben okudukça o da benimle ne anladığımı tartışıyor, edebiyat dünyasında kılavuzluk ediyordu bana. Sevecen karakteri de itirazda bulunmadan tavsiyelerini benimsememi mümkün kılıyordu. Şiire sevgimi körükleyen o olmuştu.
ABLAM TOMRİS
TOMRİS İLE ÜLKÜ TAMER
Geçenlerde Alman Lisesinde aynı dönemde okuduğumuz bir arkadaşım, çok sesli Batı müziği konusundaki bilgimi biraz da abartarak nereden edindiğimi sordu bana; aileden mi geliyordu, yoksa kendisinin haberinin olmadığı bir öğrenim mi görmüştüm bu konuda. “İkisi de değil” oldu yanıtım, “sanırım bu eski okulumuzla ilgili”. Hazırlığı bitirip orta okula başladığımızda II. Dünya Savaşından kalma bir Alman girmişti sınıfa, müzik hocamızmış kendisi. Elinde o yılların en muhteşem aygıtlarından biri, Dual bir pikap vardı. Pikaba bir plak yerleştirdi ve duyulan ilk notalarla birlikte sınıfa dönüp “bayanlar, baylar bu bir Beethoven’dır” dedi. Bestecinin 9. Senfonisinin koral bölümünü dinliyorduk hep birlikte. İzleyen günlerde çıtayı yukarı çekip koronun görevini üstlenmiştik. Alman dünyasında ciddi dersti müzik dersi, geçmesi de pek öyle kolay değildi bizim okullarımızdaki gibi.
Bir Akdeniz çocuğu için fazlasıyla disiplinli bir eğitimdi Almanlarınki. Okulun ana kapısı, 8’de başlayacak olan dersin yirmi dakika öncesinde kapanırdı. Okul servisleri falan da yoktu o dönemde. Eğer zamanında varamazsan kapıya tek çare uygun bir neden bulup Türk müdür yardımcısını ikna edebilmek ve ondan alacağın yazı ile derse girebilmekti. Girdiğin ders Alman Edebiyatı dersi ise eğer, bu kez de başka bir sürpriz bekliyordu seni. Kompozisyon yazmanın düşündüklerini ya da hissettiklerini özgürce kağıda dökmek demek olmadığını öğrenecektin. Bundan böyle de ana konun yazı yazabilmenin ön koşullarını belirleyen yazılar yazmak olacaktı; girişte hangi ana temayı ortaya atacağın, gelişmede bunu hangi akraba ya da karşıt temalarla genişletip yüzleştireceğin, sonuçta da nasıl bir senteze varacağın. Bu yaklaşımın, hem “Karşıtlarla Düşünme’ yöntemi olduğunu, hem de senfoninin sonata bölümünü oluşturduğunu anlamam ise ileri yıllarda olacaktı.
İzleyen derslerden birinde Herr Maevers bir Alman halk şarkısı dinletti bize: ‘Die Gedanken sind frei’, ‘Düşünceler Özgürdür’. Düşünce özgürlüğü kavramıyla tanışmam bu vesileyle oldu. Sözleri Antik Yunan’dan kalma eski bir ideal ile ilgili olan şarkı, Orta Çağda 12. Yüzyılın en önemli Alman Minnesingerlerinden Walter von der Vogelweide’nin yorumuyla yeniden popüler olmuştu. Bunu 12 ve 13. yüzyıllarda iki alternatif yorum daha izledi. Şarkının sözleri, Achim von Arnim ve Clemens Brentano’nun 1805 yılında hazırladıkları halk şiirleri antolojisi “Des Knaben Wunderehorn”‘da da yer aldı. Gustav Mahler ise 1898 yılında ses ve orkestra için bestelediği “Des Knaben Wunderhorn” ile “Düşünceler Özgürdür”ü çok-sesli sanat müziğine taşıdı. Aynı sözler Friedrich Schiller’in bir sahne oyununa girmeyi de becerdi. Naziler iktidara geldiklerinde oyunu yasaklayacaklardı. Schiller ile övündüklerine göre, sevmedikleri o değil, düşüncenin özgürlüğüydü. 20. Yüzyılda ise, bekleneceği üzere, şarkının çok sayıda yorumu yapıldı. Şarkı Pete Seeger ‘ın 1966 yılında kaydettiği ‘Dangerous Songs’, ‘Tehlikeli Şarkılar’ albümünde de yerini aldı.
Şarkı sözlerine sonradan giren beşinci kıtanın tam da ne zaman girdiği belli değil. Tarihi gibi yeri de kesin değil. Bazen daha üst sıralara da terfi edebiliyor. Bu kıta şarap ve kadın üzerine. Müslüman bir ülkede salyangoz satmaktan çekindiğinden mi, yoksa orijinalı dört kıt’adan oluştuğu için mi bilinmez, Maevers bu kıtayı sınıfa taşımamıştı. Ama olsun, şarabı ve kadını nasılsa hepimiz tanıyacaktık, düşünce özgürlüğünü tanımak ise herkese nasip olacak iş değildi.
Herr Maevers öldü, Herr Schmidt ve Herr Umlauf da. Alman Lisesi ise uzun süredir can çekişiyor. Bana ne kadar anlamlı bir eğitim verdiklerini ise çok sonra fark ettim, özellikle de düşüncelerini düzgün paragraflar şeklinde yazıya dökemeyen kamu ve özel sektör yöneticilerini yakinen tanıdıktan sonra. Ama 20. Yüzyıl sonu bilgi kuramının bizlere öğrettiği gibi, eğer dilse düşünceyi örgütleyen, belki düşünebildikleri de zaten o kadar.
Maevers, Umlauf ve Schmidt büyük ve kurumsal şirketlerde “Hegel’i Dinlemek Beethoven’ı Okumak’ adlı konferansımı verdiğimde beni hiç yalnız bırakmıyorlar. Çeşitli görevlerim sırasında benle yakın çalışmaya istekli olan ve insan kaynakları departmanının zulmünü aşıp odama kadar gelebilen adaylara “Kızım (ya da oğlum), sen hayatında hiç Beethoven dinledin mi” sorusunu sorduğumda da, saklandıkları yerde kıs kıs gülüyorlar. Ne diyeyim; toprakları bol olsun.
TOMRİS UYAR
TOMRİS – TURGUT UYAR VE SELİM İLERİ
TOMRİS UYAR
Geçen gece bir dostumun evindeki akşam yemeğinde onun arkadaşı bir çift de vardı masada. Laf lafı açmış konu İkinci Yeniler’e gelmişti. Cemal’in, Edip’in, Turgut’un şiirlerinden bahsedilirken masadaki konuk “anlamıyorum” demişti, “Tomris Uyar güzel bir kadın da değil. Nasıl etkilemiş bunca önemli erkeği?” Aklıma bir başka Alman gelmişti hemen, Friedrich Nietzsche. Doğru, dilimizdi bizi yanıltan.
Tomris’in dünyası benim güzellik anlayışımı da biçimlendirmişti. Onun sayesinde genç yaşta tanıma fırsatını elde ettiğim iki kadın, güzelliğin özgün bir var oluş biçimi anlamına geldiğini öğretti bana: Gülriz Sururi ve Alev Ebuzziya. Tomris de bu gurupta yer alıyordu.
Yemekteki soru ise bir dil yanılgısıydı, özgünlüğü olmayan evrensel güzelliğin mevcudiyetini varsayıyordu: Bir biçim kadınların, kabartılmış dudakları, kaldırılmış memeleri, ortak makyajları, aynı saç modelleri, aynı kıyafetleri ve boş sözcüklerinin evrenselliğinden türetilmiş.
EVLENMEYE KARAR VERDİĞİM YIL
2. EVLİLİĞİMDE EŞİM VE BABAMLA
17 yaşını bitirdiğimde liseden bir sınıf arkadaşımla evlenmeye karar verdim. İyi de, babama bunu nasıl söyleyecektim? Ablam da böylesi bir işte aracılık görevi üstlenmeyeceğini ifade etmiş, iş başa kalmıştı. Aşk, korkuyu yener. Babamın Bankalar Caddesindeki avukatlık bürosuna gittim bir akşam üstü. Mümkün olan en yumuşak dille durumu kendisine anlattım. Cümlem bittiğinde fırtına öncesi sessizlikte tepkisini beklemeye başladım. Bir iki dakika sürdü ölüm sessizliği ve ardından yanıt geldi: “İyi, madem öyle istiyorsun evlen. Zaten insanlar ancak gençken yapabilirler bu hatayı.” Altı yıl sonra her iki tarafa da boşanma avukatlığı yapma işi ona düşmüş, o da benim kusurlu olduğumu söylemişti mahkemede.
1974 yılında evlendiğim ikinci eşim de sınıf arkadaşımdı, ama bu kez Siyasal Bilgiler Fakültesinden. David ile tanışmam bu vesileyle oldu. Annesiyle babası evlerine davet etmişlerdi beni. Kumral ama yeşil gözlü genç ve güzel anne, kızının kahve yapmakla pek işi olmadığından bu kısa ziyaretin hazırlıklarını tamamlıyordu mutfakta. Ben de babasının karşısına oturmuş sınav sorularımı almayı bekliyordum. Baba Maliye Bakanlığı Müsteşarı eski bir Mülkiyeli idi. Yarım gözlüklerinin üzerinden dikkatle süzüyordu beni.
İşte tam o sırada gördüm onu. Aramızdaki kahve masasının üzerinde duruyordu. Tümüyle çıplak güzel bir oğlanın bu bronz heykeli, pervasızca eş cinsel bir esini getiriyordu akla. Ayağının altında ezdiği yaşlı adamın başının üzerinde yükseliyordu zafer edasıyla. Heykele cinsel anlamda kışkırtıcılık havası katan ise kalçasındaki eli ve bükülen diziydi. Genç oğlan, kadın beden diliyle konuşuyordu. Cehaletimi açığa vurmayı göze alıp yarım gözlüklerinin üzerinden bakan adama “Kim bu genç oğlan dedim? Ben böylesine muhteşem bir heykel görmedim?” “Donatello’nun David’i” dedi, bilmememe şaşırmış görünen küçümseyici bir ifadeyle. İlerleyen yıllarda David, Modernite Masalı dersimin baş köşesine oturacaktı. Aynı yıl ikizler de dünyaya geldiler.
Yıllar sonra bunlardan biriyle ilgilenen genç bir adam tanışmak üzere evime geldiğinde, kendimi yarım gözlüklerimin üzerinden kendisine kuşku ve eleştiriyle bakarken yakalayacaktım.
SENDİKA DERSİNDE
EVLERE ŞENLİK BİR MANGA: SAĞDAN SOLA, CENGİZ ÇANDAR, ŞEFİK KAHRAMANKAPTAN, ŞAHİN ALPAY, GÜNDÜZ VASSAF, BEN. ÖNDE ÖMER MADRA
Ekonomik yükselişin tepe noktasında dünyayı alev gibi saran öğrenci isyanları ’68 kuşağının siyasal bilincini yapılandıran en önemli unsur oldu. Özellikle 68 baharında Paris’teki olaylarla harekete geçen gençler, her yerde ayaklanmışlardı. Üniversitenin eleştirisi ile başlayan bu ayaklanma boyunca başkaldırının alanı genişleyecek, aile de dahil tüm geleneksel ve kurumsal yetke odaklarını kapsar hale gelecekti. Toplumu dönüştürmenin yolu, ekonomik gerekçelerle seferber olmaya alışık grupları harekete geçirmeye bağlanmış, bu yolda da gençlik tutuşturucu görevini üstlenmişti. Doğrusu başardı da bunu. Gençler Fransa ve İtalya’daki muazzam işçi sınıfı grevlerinin kıvılcımı oldular. Onları doğal bir kategori olmaktan çıkarıp bağımsız bir toplumsal ajana dönüştüren 60’lı yıllar, tarihte ilk kez bir gençlik kültürünün oluştuğu yıllar da oldu.
Bu kültür beni de sarmaladı. TÜRK-İŞ ile DİSK’e bağlı sendikalarda ders vermek üzere tüm Anadoluyu dolaşmamın altında dönem gençliğinin toplumu dönüştürme projesinde yer alma isteği vardı. 1971 Darbesiyle özgürlüklerin üzerine şal atılacak ve Türkiye’nin 68 Kuşağı sıkıyönetim altında ‘normalleştirilecekti’.
İlk kısa dönem askerlik furyasıyla 1975’de Çanakkale’ye gittiğimde özgürlüğün ne olduğunu yaşayarak öğrendim. Bir sabah talimi ertesinde yüzbaşı hepimizi alana toplamış ve askerlik hakkındaki düşüncelerimizi sormuştu. Gözümde yaşlar eşliğinde kurum hakkında neler hissettiğimi anlattım. Yüzbaşı, bütün bölüğün dinlediği bu dramatik tiradı kesmeden dinlemiş, “rahat!” komutunun ardından arkasını dönüp gitmişti.
Yıllar sonra Karabük Demir-Çeliğin kuruluş yıl dönümünde Genel Müdürlüğü temsilen fabrikaya gittiğimde protokol masasında bir de albay oturuyordu. Kendisini bir yerden tanıyor muşum gibi geldi bana. “Evet”, dedi “Çanakkale’den tanışıyoruz. Siz benim ‘komutanım’ dedirtemediğim yedek subaysınız.” Doğruydu, ‘komutanım’ demek yabancıydı bana.
BABAM, ABLAM VE ANNEM
1987 yılında Ankara’da Türkiye Demir Çelik İşletmelerinde çalışırken ablam telefonla aradı ve babamın ölüyor olduğunu söyledi. İstanbul’a gittim alelacele. Zayıflamış ve konuşması yavaşlamıştı, ama beyni gayet iyi çalışıyordu. Görüşmemizin sonunda kalkmaya yeltendiğimde “biraz daha kal”dedi. “Haftaya Perşembe gene geleceğim” diye yanıtladım kendisini. “Haftaya çok geç olur. Bir daha göremem seni.” Son duyduğum cümlesi bu olmuştu. İki gün sonra öldü. Alev sönmüştü.
Doğrusu babam da ben de uzun yaşadık. Evlilik konusunda pek başarılı değildik. Onun benle arası yakın olmadı; tıpkı benim kızlarımla olduğu gibi. Sevdiklerimize eleştirel ve haşin, karşıtlarımıza dostça yaklaştık. Gerçeği sadece bir yorum, bilimi ise yanlışlanabilir kuramlardan oluşan insani bir faaliyet olarak gördük. İkimiz de perspektivist ve kuşkucuyduk. O Charles Baudelaire tutkunu olarak bir kitap yazmıştı şair üzerine. Ben kitap yazamadım ama aynı hayranlık bende de var. Friedrich Nietzsche, Sabahattin Ali, Oscar Wilde, Paul Verlain, Ahmed Haşim, Arthur Rimbaud, Yahya Kemal, Edgar Allan Poe buluşma noktalarımız oldu.
O en son gününe kadar ders verdi Denizcilik Yüksek Okulunda. Öldüğünde arkasından yürüyen topluluğun büyük kısmını da öğrencileri oluşturdu. Ben de hala aynı şeyi yapıyorum üniversitelerde. Büyük olasılıkla beni uğurlayacak grubu da esas olarak öğrencilerim oluşturur.
İkimiz de Faustiyen bir yaşam sürdürdük. Peşinde koştuğumuz amaçların aslında hiç bir zaman gerçekleşmeyeceğini için için gayet iyi bildik.
O kendi bildiği biçimde öldü. Ben de şimdilik buna gayret ediyorum.
Benim babam, ne dedem gibi Cumhuriyeti kuranlar arasında yer alan önemli bir siyasetçi ve din adamı, ne de amcam gibi İzmir’i kurtaran birlikte yüzbaşı. Benimki bir dünya vatandaşı, eski Romalılar benzeri “neresi güzelse, orası vatandır” (ubi bene, ibi patria) diyen. Bu ileri yaşımda da bana çok değerli.
SÜLEYMAN GEDİK
FUAD GEDİK
TOMRİS UYAR
Bu bölümü babamla birlikte yaptık. Sözcükler onun yazdığı çeşitli kitaplardan, fotoğraflar da benden. Tomris, bir yaramazlık yapıp uzunca süreden beri ortalıkta görünmediğinden, katılamadı bu projeye. Katılabilseydi çok iyi olurdu tabi.