İSA’NIN KRALLIĞINDA
Orta Çağda yaygın ve tek bir Hıristiyan Kilisesi tüm Batı Avrupa’ya ortak bir inanç, etik ve simgeler seti kazandırmıştı. Neredeyse tüm insan davranışları dinsel açıdan uygun bulunan bu kodlara tabiydi. İster resim, ister müzik olsun, her sanat eseri, İsa’nın dünyevi hükümranlığını temsil eden Hıristiyanlık Aleminin temel ülkülerini yansıtırdı
8. Yüzyılın sonlarına doğru Şarlman, bazı yetenekli rahip ve keşişleri bir araya getirerek Aachen’daki sarayını, bir bilim ve sanat merkezine dönüştürmüştü. Bu rahipler daha sonra başka yerlere de dağılarak yeni merkezler kuracaklardı. Rahipler ve keşişler dinsel metinlerin yeni el yazmalarını hazırlarken bunlara süslemeli harfler, ince işlemeler, sonraları tam sayfaya dönüşecek olan küçük resimler eklemişlerdi. Böylece de, Orta Çağın başta gelen sanatlarından biri olan ‘ilüminasyon’u, yani tezhip sanatını geliştirmişlerdi. Fildişi oymalı, değerli taş bezemeli kitap ciltleri de, bu faaliyetin bir uzantısı olarak ortaya çıktı. Zamanın en gözde sanat faaliyeti ise altın işçiliğiydi. Ayrıca duvar fresklerindeki insan figürlerinde de antik çağ modellerine ve standartlarına uyulmuştu.
Şarlman’ın rahipleri aynı zamanda kiliseler tasarlayıp inşa edeceklerdi. Ucu yuvarlatılmış uzun tarafıyla basit Roma bazilikası, çoğu Orta Çağ kilisesi için model oluşturdu. Romalılardan iki önemli unsur daha alınmıştı: kavisli kemer ile beşik tonoz. Kilisenin kendisi haç biçimindeydi. Bu sayede Orta Çağ insanı, İsa’nın bedenini temsil eden kilisesine girdiğinde, tanrıyla bütünleştiğine inanıyordu.
Erken dönem Hıristiyan kiliselerinin çoğu basit mimari plana sahip yapılardır. Duvarlar dümdüzdür. İç mekandaki iki sıra sütun, binanın uzun kanadı boyunca uzayıp gider. Bunların ortasında bulunan koridor şeklindeki alana, Latincede gemi anlamına gelen, ‘nave’ (nef) denir. Bu gemi, insanları kilisenin batı girişinden alıp uzun tarafın öbür ucundaki sunağa taşır, yani Tanrı ile buluşturur. Bir başka deyişle, cennete giden yoldur nave. Dışarıya bakan heybetli sütunlarıyla Yunan tapınağı dışa dönüktür; Hıristiyan bazilikası ise içe, tıpkı Hıristiyanlığın ruha dönük olması misali. Kilise mimarisinin en önemli unsurlarından birini oluşturan vurgulanmış batı cephesinin ön plana çıkışı ise 8. Yüzyılda olacaktır.

AACHEN KATEDRALİ

AACHEN KATEDRALİ
Erken Orta Çağın Dinsel Müziği
Erken Orta Çağda rahipler aynı zamanda saf şarkı türündeki kilise müziği repertuvarını da yaratmakla meşguldüler. Bu müzik türünde sözler akan bir melodiye eşlik etmekte, solistler, ya da koro dinleyiciye aynı anda aynı notayı sunduğundan, notalar da tek tek duyulabilmekteydi. Yani monofonik (tek sesli) bir müzikti geliştirilmeye çalışılan.
Orta Çağ Batı Toplumu, felsefede, güzel sanatlarda, mimaride ve mühendislikte olduğu gibi, müzikte de, Antik dünyada bulabildiklerini belli uyarlamalarla devralmıştı. Yunan müziğinde telli çalgıların ses dizelerinin uyumlanmasıyla geliştirilmiş olan ses dizeleri, Dorya, Frigya, Likya gibi bölge adlarıyla anılıyorlardı. Bunlar, Doğu Roma üzerinden Batı Hıristiyanlığına ulaşacaklar, böylece de Orta Çağın Kilise Dizeleri, ya da makamlarının geliştirilmesini sağlayacaklardı. Antik Yunan, ya Platon ve Aristo’da olduğu gibi müziğin felsefesiyle ilgilenmişti, ya da Pisagor’da olduğu gibi, müziğin fiziğiyle. İlk iki düşünür müziğin doğası, evrendeki yeri, insan ve toplum üzerindeki etkilerini anlamaya çalışmışlardı; Pisagor da, sesler arasındaki sayısal ilişkileri ve ses aralıkları arasındaki matematiksel bağlantıları. Dönemin müzik aletleri ise tanrılarla bağlantılıydı. Lirik şiirin eşliğinde söylendiği lir, Apollon’un çalgısıydı; çift gövdeli üflemeli aulos da Dionisos’un. Antik dünyanın bu müzik kültürü Orta Çağ Avrupa’sında geçirdiği dönüşümlerle Batı dünyasının çok-sesli müzik geleneğine dönüşecekti.
5. Yüzyıldan itibaren Batı kiliselerinde yöresel farklılıklardan kaynaklanan çeşitli ayin biçimleri ve müzikleri türemişti. Ambrosius Ezgileri adlarını, responsorium biçimini kilise litürjisine kazandıran Milano piskoposundan alıyor; Fransa’da Gallik, İber yarımadasında da Arap müziği etkisinde Mozarabik türündeki ilahiler söyleniyordu. Bunların hepsi kutsal metinlerden alınmış sözlerle birleştirilerek söylenen yalın melodili, eşliksiz ve tek sesli ilahilerdi. Hep aynı nota silsilesi içinde işlenen bu ilahiler, belli bir müzik temposu tutturmaktan çok, kutsal metinlerin sözlerinin ve bunların hecelerinin temposuna uyarlanmışlardı.

AUREUS KODEKSİ (870)

AUREUS KODEKSİ CİLT KAPAĞI (870)
Yaklaşık 9. Yüzyıldan itibaren ayin uygulamaları Roma merkezi otoritesinin belirlediği kurallara uyacaktı. Papa Gregor döneminde (540-604) “tek müzik, tek kilise” ilkesiyle Hıristiyan dünyanın tüm kiliselerinde yapılacak törenlerde kullanılacak olan müziğin standartlara bağlanması yönünde çalışma başlatıldı. Tören müziğinin birleştirilmesi işi, Hıristiyan Aleminin dört bir yanından gelen müzikçilerin Roma’da, Schola Cantorum Korosu çevresinde toplanmalarıyla sağlandı ve bu çalışmaların sonunda da Papa Gregor’un adıyla anılacak olan ‘plainchante’ (saf şarkı) ya da ‘cantus planus’ (düz şarkı) türündeki Gregoryen melodiler külliyatı belirlendi. Yüz yıl sonra aynı göreve gelen Papa II. Gregor tarafından da sürdürülecek olan standardizasyon faaliyeti Roma Kilisesi ayininin içeriğini oluşturan metin ve geleneğininin bütününü tanımladı. Bu repertuvar da, kendisini izleyecek olan müziğin temelini oluşturdu.
Bu dönemde kilise, puta taparlığın simgesi olarak gördüğü halk müziğinin kendi bünyesine sızmasını önlemek amacıyla, önce çalgı eşliğini dışlamış, ardından da ‘İlk Günah’ mitiyle cinselliği ve ölümlülüğü insanlığa bulaştırdığını ileri sürdüğü kadını koronun dışına atmıştı. Tek tanrılı eril dinin sonunda elinde kalan da, rahiplerden oluşan bir koro ve bunun seslendirdiği tekdüze bir müzik olmuştu.
THE BROTHERHOOD OF ST GREGORY: SANCTUS
Gregoryen ezgiler, sadece erkek sesiyle icra ediliyordu; tek-sesli olup çalgı eşliği içermiyorlardı; ezginin temel amacı metnin anlamını vurgulamaktı; belirli bir ritim yapıları yoktu; ezginin genişliği bir oktavın üzerine çıkmıyordu; sakin ve durağan karakterliydi. Bu ezgiler 9. Yüzyılın ortalarından itibaren tüm Frank İmparatorluğuna yayılmışlardı.
Söylenen şarkıları kağıt üzerine geçirme yönündeki gayretler, Yunanca ‘neuma’ (işaret) sözcüğünden gelen, notalamanın geliştirilmesine yol açtı. Bu alanda ilk kez Boethius (480-524) dizideki seslerin her birini bir harf ile adlandırmayı düşünerek bugün İngilizce ve Almanca konuşan dünyanın A, B, C şeklinde harflerle tanımlanan yöntemini belirledi. Bunların La, Si, Do şeklindeki adlandırılışı ise 10. Yüzyılda yaşamış Milano’lu keşiş Guido d’Arezzo ile oldu. D’Arezzo, bir ilahinin her bir satırının ilk hecesini kullanarak Fransızca konuşan dünyanın notalarını oluşturdu. Müzik kaydetme işinin geliştirilerek bir çıkış notası belirtecek işaretin çizgi üstüne konulması tek çizgili şekliyle ilk porteyi ortaya çıkarmış; zaman içinde de buna ikinci, üçüncü ve dördüncü çizgiler eklenmişti.
Mimaride Romanesk Stil
Şarlman’ın ölümünden yüz yıl sonra imparatorluk tacı Almanya’nın Sakson dukalıklarına geçti. Onların zamanında da, Hıristiyan Aleminin sınırları doğu ve kuzey Avrupa yönlerinde genişledi. Aynı dönemde, Papalığın İmparatordan kilise üzerindeki siyasal otoritesine son vermesini talep etmesi, Batı Avrupa’daki siyasal ve toplumsal çalkantıların da başlangıcını oluşturdu.
Bu ortamda Papalık muhtaç olduğu müttefikleri Fransa’da yeni kurulan Cluny Manastırında bulacaktı. Ünü Avrupa’nın dört bir yanına yayılmış bu manastırın dini değerlere olan adanmışlığı, kısa süre içinde yüzlerce manastır ve on binlerce rahibin Cluny Başrahibinin yönetimi altına girmesine zemin oluşturmuştu. Hıristiyanlıkta dini törenin kesin şeklini alması ve buna müziğin nasıl eşlik edeceğinin belirlenmesi de Cluny’de tamamlandı ve Cluny’nin yükselişi, organum olarak adlandırılan yeni bir müzik biçimini de beraberinde getirdi.
Giderek gelişen dini törenlerin bazilikanın basit sınırları içine sığmayacağı anlaşıldığında, kilise mimarisinin geliştirilmesi ihtiyacı da gündeme geldi. İnşa edilecek yeni kilisede olması gereken özellikler açıkça belliydi aslında: Yapının yanlarında, her birinde bir rahibin günlük ayini yapabileceği kendi sunağı olan şapeller, ortasında da, toplu törenler için bir araya gelen cemaati barındırabilecek büyük bir nef.

CLUNY MANASTIRI

ST MARTIN DU CANIGOU MANASTIRI (11. YY)
Tıpkı kendilerinden öncekiler gibi, Cluny rahipleri de mimari esin kaynağı olarak Roma’ya döndüler yüzlerini. Onların bu gayreti, Romanesk olarak adlandırılan ve kendini tonozlar, kemerler, sütunlar ve sütun başlıklarında dışa vuran, yeni bir mimari akımın gelişmesini mümkün kıldı.
Romaneskin ortaya çıkışında bu gelişmelerin ötesinde başka unsurlar da rol oynadı tabii. Kendisi de bir Cluny rahibi olan dönemin Papası I. Urban 1095 yılında Haçlı Seferlerini başlatmıştı. Bu vesileyle de Haçlılar, Bizans’ı ve Müslüman Orta Doğuyu görecekler ve yeni bir entelektüel ve sanatsal duyarlılıkla döneceklerdi Avrupa’ya. Üstelik bunların bir kısmı, azizlere, ya da İsa’nın bizzat kendisine ait olduğu düşünülen kutsal emanetlerle gelmişlerdi geriye. Bu kutsal emanetler o denli değerliydi ki, ancak görkemli kutsal mekanlarda muhafaza edilebilirlerdi. Emanetleri ziyarete gelen hacı sayısı arttıkça, muazzam büyüklükte ibadet yerleri inşa edilmeye başlandı. Bu ibadethanelerin en ünlülerinden biri İspanya’da, Santiago de Compostela’dadır. İsa’nın havarilerinden Aziz James’in (Yakup) kemiklerinin burada gömülü olduğuna inanılır.
Hac yollarında inşa edilen Tanrı’nın Kaleleri ise, hacı adaylarına hem dış dünyanın tehlikelerinden uzak birer sığınak oldular, hem de sükunet bulabilecekleri konaklama mekanları. Romanesk de, tüm bu yeni inşaatların genel mimari tarzını oluşturdu.
Romanesk mimari eklektik bir karakter taşır. Bu stilin temel ögelerinden biri olan kuleli batı girişi, Karolenj buluşudur; apsis Hıristiyanlık öncesi dönemden kalmadır, transept de 4. Yüzyılda ortaya çıkmıştır. Romanesk stildeki bir kilisenin pencere sayısı az, kapıları küçük, duvarları kalın ve ağırdır. Çünkü, önceki ahşap çatının yerini alan heybetli taş tonozlar ancak bu şekilde taşınabilir. Taşıyıcı yekpare duvarlar sistemi de beraberinde büyüyen iç mekanın karanlık ve kasvetli olmasını getirecektir.

ROMANICO DE ZAMORA, İSPANYA

ROMANICO DE ZAMORA, İSPANYA
Tek-sesliden Çok-sesliye
Orgun törenlere katılarak koronun sesini desteklemesine rıza gösterilmesiyle birlikte, 7. Yüzyıldan itibaren müzik aletleri de kilise kapısından içeriye sızmaya başlamışlardı. Zaman içinde bu gelişme, ana ses olan Gregoryen melodinin altında ek seslerin yer almasına ve bunların org ya da bir başka çalgıya verilmesine yaygınlık kazandıracak; bu da içinde birden çok müzik partisyonunun bulunduğu ‘organum’ tarzının geliştirilmesine yol açacaktı. İlk kez dini müzikte ortaya çıkan, yazılı örneğine de 9. Yüzyılda rastlanan organum, polifonik, yani çok-sesli müziğin doğuşunu müjdelemişti. Bu birlikte söyleme tekniğinde, bir nota dizisi o kadar yavaş hareket ediyordu ki, adeta durağan ve monoton bir uğultu şeklindeydi. Yerinden kıpırdadığı anda da tüm dikkatleri üzerine çekiyordu.
Paralel organum adı verilen ilk organum uygulaması, bir Gregoryen ezginin 4 veya 5’li aralık aşağısından söylenen ve asıl ezgiye paralel hareket eden ikinci bir ezginin eklenmesiyle oluşturulmuştu. Üstteki Gregoryen ezgi ‘vox principalis’, eklenen ses de ‘vox organalis’ olarak adlandırılmıştı; eklenen sesler dörde kadar arttırılabiliyordu.
Birden fazla ses anlayışını geliştirmek ve çoğalan seslere özgürlük kazandırmak amacıyla yapılan deneyler sonucunda 11. Yüzyılda serbest organuma ulaşıldı. Organumun bu çeşidinde eklenen sesin Gregoryen ezgisine ters yönünde hareket etmesi, birbirinden farklı iki partiyi ortaya çıkarmıştı. Artık sesler ‘cantus firmus’a, yani Gregoryen melodiye paralel olarak değil, ters yönde de ilerleyebiliyorlar; bir başka deyişle, biri inerken, diğeri çıkabiliyordu. Ayrıca, ikinci sesin mutlaka ana sesin altında akması gerekmiyor, bunun üstüne de çıkabiliyordu.
12. Yüzyılda Fransa’nın Akitanya bölgesinde yeni bir organum stili gelişti. Bu yeni stilde Gregoryen ezginin sesleri uzatılırken, uzayan seslerin üzerinde melismatik süslemeler yapan bir üst parti eklendi. Aşağıdaki yalın sesin üzerine uzun melismatik (birkaç notayı kapsayan) bir ezginin eklenmesi de, kısa bir Gregoryen ezgiyi uzun ve süslü bir organuma dönüştürebiliyordu. Melismatik organumun alt partisinde uzun sesleri tutan Gregoryen ezgiye tenor adı veriliyordu. Tenor, Latince tutmak anlamına gelen ‘tenere’ fiilinden türetilmişti. 11. Yüzyıldan itibaren 250 yıl boyunca tenor sözcüğü, çok-sesli müziğin alt partisini adlandırmak için kullanıldı. Rönesans’ın ilerleyen yıllarında ise, anlam değiştirerek günümüzdeki ince erkek sesi tanımına kavuştu.
ORGANUM HAEC DIES
Batı Avrupa’nın bir köşesinden ötekine Romanesk stili aşırı sadelikten boyalı şatafata kadar uzanan büyük farklılıklar göstermiştir. Çoğu Romanesk kilisenin duvarları da, dış hatları kalın çizgilerle belirlenmiş duvar resimleriyle süslenmiştir. Bu tarz aynı zamanda o sıralarda yeni yükselen vitray sanatının da bir yansımasıdır. Vitrayda, taşıyıcı demir çubuklarla cam panolar birleştiriyor; bu panoları da değişik renklerde imal edilmiş cam parçalarının kurşun ile bir araya getirilmesiyle yapılan resimler oluşturuyordu. Bronz heykel, fildişi ve ahşap oyma, mineli bakır eserler gibi diğer bazı sanatların ortaya çıkmasında da kilisenin desteği en önemli unsur oldu.

CANTERBURY KATEDRALİ: AZİZ PAUL ATEŞE YILAN ATIYOR (1180)

CANTERBURY KATEDRALİ
Orta Çağın sanata esas damgası ise, taş oyması ve heykelde görüldü. Heykeller başlangıçta geç Roma dönemi modellerin basit kopyaları olarak ortaya çıktılar; zaman içinde duvarlarla bütünleşip neredeyse duvarın içinde kaybolan uzamış figürlere, dönüştüler daha sonra giderek hareketin daha fazla katıldığı eserlere dönüştüler ve sonunda o denli gerçekçi bir görünüm kazandılar ki, ait oldukları duvardan kopup canlanıverecekler gibi durdular.
12. Yüzyıla varıldığında mühendislikteki gelişmeler, kaburga tonoz ve sivri kemerlerle, mimariye yeni bir kapı açtı, ve diğer sanatları da etkileri altına alarak üç yüz yıl sürecek yeni bir mimarı tarzın saltanatının habercisi oldular.