Bostan Korkulukları / T.S. Eliot Anısına
Doğru. İçi boş adamlarız bizler, haybeye adamlar; birlikte eğilip, birlikte dikilen. Kafalarımız saman dolu. Ağızlarımız kapalı. Dişlerimiz kenetli. Kulaklarımız tıkalı. Gözlerimiz oyuk. Zaten görmek istemiyoruz ki hiçbir şeyi. Görmek demek sorumluluk almak demek. Bu da ağır gelir kof bedenlerimize. Mil çekilmiş çukurlarından gözlerimizin, umursamadığımız ölülerin kanları sızar.
Görmek istemiyoruz. Bakmak yeter. Açıkça göremeyelim diye olan biteni sislendiririz her yanı. Sis perdesinin ardında birbirine geçer şeyler. Yanlış ile doğru, cellat ile kurban, kötü ile iyi. Bu şekilsiz haliyle de gerçek neye istersek ona benzer.
Konuşmalarımız anlamsız, düşüncelerimiz ahlaksız, acılarımız yalan. Korkularımız sonsuz. Tekrarlana tekrarlana içi çoktan boşalmış sözcükler dökülüyor dudaklarımızdan. Mimik ve jestlerle genellemelerimize yüklemeye çalıştığımız derin anlamları kendimiz bile ciddiye almıyoruz. Başkalarını etkilemek için kullandığımız sözler yabancı düşüyor yüzümüzdeki ifadelere. Sırıtıyoruz. Ne neşeli olduğumuzdan ne de dalga geçmek hevesiyle. Sadece ne yapacağımızı bilemediğimizden.
Kemik yok. Göz gibi, kemik de yok bu ölen çocuklar vadisinde. Bedenleri tutan tek şey ardı arkası kesilmeyen arzular. Bitmeyen, tükenmeyen, durmayan, durulmayan. Tatmin olmayı beceremeyen satirler benzeri elimize geçene batırmaya çalışıyoruz organımızı. Ama ne yapsak boş, değişen bir şey yok. Lanetlenmiş gibiyiz. Ölmeyi bile beceremiyoruz.
Her şeyimiz var. Hiçbir şeyimiz yok. Cep zengini, ruh fakiriyiz. Dilimizden düşmeyen de ruh zenginliğinin önemi. Öğüt veriyoruz herkese bu konuda, kemale ermiş bilge edasıyla. Yoksulluğumuzun farkındayız da, yapacak şeyimiz yok. Elimizden tek gelen bunun dışa vurmasını önlemek. Yapmadığımız hokkabazlık kalmıyor bu amaçla. Yapay acılar içinde kıvranıyoruz televizyon haberlerinin karşısında, ne kadar insancıl olduğumuzu sergilemek amacıyla. Az önce yenmiş ağır yemeğin midede yarattığı baskıyı da bu yolda değerlendiriyoruz. Gözlerimiz ıslak, dudaklarımız gergin.

HYDE PARK, LONDRA (2014)
Yan yana oturuyoruz geniş koltuklarda. Telefonlar elimizde, gözlükler gözümüzde. Biz olmasak nasıl dönecek bu dünya edasıyla. Kukla gibi oynatabilmek hevesiyle herkesi, unutmaya çalışıyoruz kendi kuklalığımızı. Gözlerimiz kanlı, göbeklerimiz şiş.
İnsan doğasının yetkin uzmanlarıyız bizler. Doğrusu bu konuda herhangi bir eğitim almış değiliz. Her şeyi olduğu gibi bunu da kısa yoldan, zekamızı, deneyimimizi ve sağduyumuzu kullanarak hallettik. İnsanların en az kendimiz kadar sahtekar ve bel-kemiksiz olduğu gerçeğine insan doğasının ezeli ve evrensel özelliklerinden kalkarak vardık. Herkesi kendimiz gibi bildik. Bu da bize, kendimizi kötüler arasında iyi hissetme imkanını verdi. Arada bize benzemeyenler çıkıyor tabi; onları da idealist ya da romantikten, hain ya da salağa varan geniş bir yelpazede gönlümüzce sınıflandırıyoruz.
Biz her yerdeyiz. Siyasetteyiz, çalışma hayatındayız, kamudayız, özeldeyiz, üniversitedeyiz, sivil toplumdayız. Hem varız, hem yokuz. Bukalemuna da benzeriz, karabatağa da. Ele avuca gelmeyen bir akışkanlığımız vardır. Hem kemiksizizdir, hem kör.
Evet. Bostan korkuluklarıyız biz, yüce görüntülerini cüce varoluşlarıyla doldurmaya çalışan.