FELAKETLER PEŞPEŞE
Daha başlar başlamaz 20. Yüzyıl Newton’un bildik zaman ve mekan kavramlarını yok ederek bunları göreli bir sürekliliğin içinde birleştirmişti. Hız, mekanı bulanıklaştırmış ve isteklerin gerçekleştirilebilmesi için gerekli zamanı sıkıştırmıştı.
İnsanın yaşam deneyimindeki hızı arttıran modernite, lunaparklardaki hız trenine dönmüştü: Ölümle bilerek ve isteyerek dalga geçen heyecanlı bir serüven. Bu serüven boyunca da 20. Yüzyıl, getirdiği peş peşe felaketlerle modern uygarlık sarayının altın yaldızlarını alaşağı edecekti. Nasıl yaptı bunu dersiniz: Milyonlarca insanın yitirildiği topyekun savaşlarla, ırkları yok etmeye yönelik kitlesel katliamlarla, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran siyasal rejimlerle, birlikte yaşama olanağını imkansız kılan kurtuluş modelleriyle ve sadece otuz yıl içinde.

GROSZ: PATLAMA (1917)

GROSZ: KENT (1916)
1914 yılı topyekun savaş canavarını yaratacak olan katliam çağını başlattı. Büyük Savaşın ilanından yaklaşık altı hafta sonra Alman orduları Paris’in doğusunda Marne nehri üzerinde durdurulmuşlardı. Taraflar siper ve tahkimatlardan oluşan hatlara yerleşmişler, milyonlarca insan fareler ve bitlerle aynı hayatı yaşadıkları siperlerde karşı karşıya gelmişlerdi. İşte burası savaş tarihinde daha önce eşi görülmemiş bir katliam makinesi haline gelecek olan Batı Cephesiydi.
Taraflar uygun bir zaman yakaladıklarını düşündüklerinde, dikenli tel ağlarıyla korunan siperlere tırmanıp, su dolu top mermisi çukurlarından, tahrip olmuş ağaç gövdelerinden, çamur ve terk edilmiş cesetlerden oluşan bir kaosa, insansız bölgeye çıkacaklar ve kendilerini biçen makineli tüfeklere doğru ilerleyeceklerdi.
Batı Cephesindeki dehşet İngiliz ve Fransızların belleğine ‘Büyük Savaş’ olarak kazınmış ve İkinci Dünya Savaşından bile daha travmatik sonuçlar yaratmıştır. Bu cephede Fransızlar askerlik çağındaki adamlarının beşte birini, İngilizler de otuz yaşın altındaki yarım milyon erkeği, kısacası tüm bir kuşağı yitirmişlerdi.
BATI CEPHESİNDE ALMAN PİYADESİ
Kan banyosuna 1918 yılında ara verildiğinde Batı bu kez de kendini ekonomik uçurumun eşiğinde bulmuş; Kükreyen Yirmilerin Büyük Enflasyonunu 1929’un Büyük Çöküşü izlemişti. Mevcut iktisat politikalarıyla krize bir türlü çözüm bulunamıyordu. 1929-1932 yılları arasında dünya ticareti altın bazında %60 gerilemiş ve ulusal pazarı koruma çabaları serbest ticaretin sonunu getirmişti.
Müdahale edilmemesi halinde piyasaların otomatik olarak dengeye gelecekleri tezinin bir mit olduğunun anlaşılmasıyla, liberal kapitalizme duyulan güven de son bulmuştu. Bundan böyle iktisadi liberalizm yarım yüzyıllığına dünya sahnesinden çekilecekti.
1933 yılına varıldığında İngiliz ve Belçikalı işçilerin %23’ü, Amerikalıların %27’si, Avusturyalıların %29’u, Norveçlilerin %31’i, Danimarkalıların %32’si, Almanların %44’ü işsizdi. Savaş sırasında hayatta kalmayı becermişlerdi, ama şimdi aç ve çaresizdiler.

CALIFORNIA (1937)

BURK-WHITE: LOUISVILLE (1937)
Batı Cephesinde yaşananlar savaşın ve siyasetin giderek vahşileşmesinin zeminini oluşturdu. Bu cephede ortak ölüm ve cesaret deneyiminden geçenlerin önemli bir bölümü savaş ertesinde aşırı sağın ön saflarında yer aldılar. 1922-23’ün Büyük Enflasyonu da sabit gelirle yaşayan sınıfları tahrip ederek Orta Avrupayı faşizme hazırladı. Uzunca süredir varlığını tehdit altında sürdüren siyasal liberalizm, 1933 yılında Almanya’da Adolf Hitler’in iktidara gelmesinin ardından hızla düşüşe geçti.
Aydınlanma Hareketine ve Fransız Devrimine düşmanlık duyan faşizm, iktidarını kitleleri aşağıdan seferber ederek kurmuştu. Aklın ve akılcılığın yetersizliğine, içgüdü ile iradenin üstünlüğüne inandığından kuramsal bir dayanağa gereksinim duymuyordu. Kuzey mitolojisinden ve Orta çağların derinliklerinden göreve çağırdığı ucubelerle oluşturduğu yapay geçmişini hiçbir sıkıntıya düşmeden modern teknolojinin sunduğu olanaklarla birleştirmeyi becermiş, metafizik ile teknolojinin bu garip bileşimi de görkemli bir cinayet makinesi çıkarmıştı ortaya. Bu sayede insanlık, kitle savaşından topyekun imha savaşına terfi edecekti.
1939 yılında savaş, bir Avrupa savaşı olarak başladı. Alman orduları, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika ve Fransa engellerini yıldırım hızıyla aşmış, Büyük Savaşın ünlü Batı Cephesi daha oluşamadan çökmüştü.

HITLER GÖRING İLE PARTİ YÜRÜYÜŞÜNDE (1928)

BERLİN SOKAKLARINDA NAZİLER (1933)
Hitler ordularına boyun eğen Avrupa, Nazizm’in şeytanı gölgede bırakan Nihai Çözümü başladığında, bunu dehşet içinde izlemekten başka bir şey yapamayacaktı. Hitler 1924 yılında yazdığı Kavgam’da antisemitizminin planını açıklamıştı. Şimdi Naziler de, uygun olmayan türlerin elenmesiyle bir üstün insan ırkı yaratmayı düşleyen uygulamalı genetik dalını destekliyorlardı. Onlara göre Almanya’nın tüm sorunlarının temelinde Yahudiler vardı. Yahudiler, saf Alman ırkını kirletiyor, ülkenin geleceğini karartıyorlardı. Kurtuluşun nihai çözümü bunların yok edilmesiydi ve bu temizlik yalnız Almanya’da değil, kıtanın denetim altına alınabilen her köşesinde yapılmalıydı. Sonunda olan olmuş, 1920’lerin deli saçması 1940’ların reel politiğini biçimlendirmişti.
Nihai Çözümün nihai rakamları dehşet vericiydi: Avrupa’da yaşayan 9.5 milyon Yahudi’den 3.5 milyon kalmıştı geriye. Hitler Almanyası Yahudi nüfusun %63ünü Nihai Çözüm kapsamına almıştı. En büyük katliam %91’in yok edildiği Polonya’da gerçekleşti. Üç milyon Yahudi öldürülmüştü burada. Bunu 1.1 milyonla Rusya izliyordu. Yunanistan’da yaşayan Yahudilerin %87’si, Litvanya’dakilerin %85’i, Romanya ve Latviya’dakilerin %84’ü, Yugoslavya ve Slovakya’dakilerin de %80’i imha edilmişti.
Nazizm, kadın-erkek, çocuk-yaşlı demeden 6 milyon insanı teknolojinin olanaklarından da yararlanarak katletmişti. Ve işin ilginç yanı, Hitler’e göre dünyaya hakim olmaya yazgılı olan ve uğruna bunca cinayet işlenen ırk, bir antropologun ‘nordic’ terimini icat ettiği 1898 yılına dek bir ada bile sahip değildi.
TCHAIKOVSKY: PİYANO KONÇERTOSU, HOROWITZ, TOSCANINI (1943)
Faşizm karşıtlarının denizin bittiğini düşündükleri günlerde Hitler, Sovyetler Birliği ile Amerika Birleşik Devletlerine de savaş açarak İkinci Dünya Savaşının yazgısını değiştirdi. Alman orduları 1941 Haziranında Rusya’nın içlerine doğru ilerlemeye başladılar ve Ekim ayında Moskova önlerine geldiler. Stalin’in kendi terörüne ara verdiği dönem de, bu vesileyle başladı. 1943’ün Stalingrad’ı Dünya Savaşının dönüm noktası oldu. Çembere alınan Almanlar teslim olmak zorunda kalmışlardı.
Bu tarihlerde yüzyılın önde gelen piyanisti Vladimir Horowitz, kayınpederi Toscanini’nin yönetimindeki NBC Senfoni Orkestrasıyla Çaykovski’nin 1. Piyano Konçertosunu seslendirdi Carnegie Hall’da. Toscanini anti-faşistti, Horowitz ise bir Rus Yahudisi. Savaşın değişen yazgısı ikisini bir daha ulaşılamayacak bu yorumda birleştirmişti.
Kesin sayılar bir yana, İkinci Dünya Savaşı ölülerini yaklaşık olarak kestirebilmek bile zor iştir. Bu savaşta askerler kadar, hatta onlardan da fazla sivil hayatını kaybetmiş ve hiç kimsenin ölülerini sayabilecek zamanı olmamıştır. Toplam ölü sayısının Büyük Savaş için hesaplananın üç, ya da beş katı civarında olduğu varsayılmaktadır. Sadece Sovyet kayıplarının yedi ila elli milyon gibi geniş bir aralıkta tahmin edildiği göz önüne alındığında, gerçek rakamı belirleyebilmenin olanaksızlığı anlaşılacaktır.
Ama sahiden bu neyi değiştirir ki? Leningrad kuşatması sırasında ölenlerin bir milyon mu, yoksa yedi yüz bin mi olduğu, ölenler dışında, kime fark eder? Geliştirdiği savaş teknolojisiyle 20. Yüzyıl, ölü sayılarını insan aklının algılamasının mümkün olmadığı düzeylere yükseltmeyi becermiştir.
Barbarlık eğrisindeki bu hızlı yükseliş esas olarak 20. Yüzyıl savaş makinesinin giderek otomatikleşmiş olmasının onucudur. Rakibi tümden imha etme hayalini yüzyılın gerçekliğine dönüştüren ileri teknoloji, üstelik bunu uzaktan sağlanan bir sonuç haline getirerek, kurbanları görünmez kılmış ve vicdanları rahatlatmıştır. Artık ölüler değil, istatistikler vardır sadece.

RUS ANNE VE OĞLU, GÜNEY CEPHESİ (1941)

HAVA SALDIRISI KURBANLARI, BERLİN (1943)
Beş yüz yıllık uğraşla modern uygarlık sarayını inşa eden Batı, çıtayı daha da yükselterek girmişti 20. Yüzyıla. Şimdi sıra burada oturacak olanın yeniden dizaynındaydı. Bu sayede modern dünya bütün unsurlarıyla kurulmuş olacaktı. İnsanoğlu tarihinde ilk kez geçmişten kalan tüm zincirlerini kırıp özgür bir başlangıç yapmaya hazır hissediyordu kendini. Dünyayı aklın ve bilimin ışığında yeniden yaratacaktı. Ama iş hiç de umulduğu gibi olmamıştı. 28 Temmuz 1914’te başlayıp 14 Ağustos 1945’te son bulan otuz bir yıllık süre zarfında 19. Yüzyıl uygarlığının büyük dayanağı çökmüş, insan soyunun yeryüzünden tümüyle silineceği korkusunu haklı kılan noktalara birden çok kez yaklaşılmış ve bir süredir üzerinde çalışılan ‘yeni insan’ projesi de tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Zor kullanarak ‘yeni insan’ yaratma girişiminin ilk örneği 1917 Rusya’sından geldi. Cinayet ile metafiziği birleştiren ürkütücü bir vizyon yönlendirmesindeki ikinci deney de 1933 Almanya’sında başlatıldı. Birincisi, sıradan insanı ‘özgürleştirirken’ sıra dışı olana yaşamı yasakladı; ikincisi de, ‘üstün’ olduğu düşünülen bir ırka iktidar sağlarken, ‘öteki’nin imhasını gerçekleştirdi.
20. Yüzyıl, insanın barbarlıktan bir türlü vazgeçemediğinin sayısız kanıtını gözler önüne sermiş, Aydınlanmacılarla adeta dalga geçmişti.