YÜZYIL DÖNÜMÜNÜN RUH HALLERİ
Yüzyıl dönümünü şekillendiren eğilimlerden biri, modern dünyanın şimdilerde kuruluyor olduğu inancıydı. İnsanlardan beklenen de kurulan bu yeni dünyanın yeni kiracıları olduklarının bilincine varmaları ve 20. Yüzyılın sahnesine yeni kimlikleriyle çıkmaları.
Bernice Erkek Berberinde Saçını Kestiriyor
Kimlik değişimi en kısa yoldan kendini saç modelindeki farklılıkta dışa vurduğundan, Eski Ahit peygamberi benzeri saç-sakalla gezinen 19. Yüzyıl oyuncularının aksine, 20. Yüzyılı başlatanlar tıraşlı olmayı yeğlemişlerdi. Örneğin Rus şair Mayakovski denize dökmeye karar verdiği geçmiş yazına ilişkin Büyük Kopuş önerisini kazıttığı saçlarıyla desteklemiş; Bernice Saçlarını Kısa Kestirir adlı öyküsünde de F. Scott Fitzgerald’ın taşra kentinde yaşayan kadın kahramanı, Fransız Devriminin aristokratları giyotine göndererek eski dünyaya son vermesi misali, erkek berberinde saçlarını kestirerek yeni topluma üye olmuştu. Öykünün arka planını bir yaz tatili sırasında hazırlık okuluyla kolejin genç, modern ve popüler gençlerinin büyük kentteki eğlence arayışı oluştur. Bunlardan biri olan Marjorie Harvey için ise durum, pek keyifli değildir. Sıkıcı kuzeni Bernice bir aylığına ziyaret etmeye karar vermiştir kendisini. Marjorie kentin en gözde kızlarından biridir, oysa Bernice sığ bir taşralı. Kuzeni olabilirdi, ama onun garip ve banal sorularına muhatap olmak zor işti doğrusu. Kısacası sadece kuzendirler onlar, arkadaş değil. ki genç kadın arasında aşağıda geçen konuşma da, yüzyıl dönümünde kadın kimliğinde görülen değişmeyi Scott Fitzgerald’ın perspektifinden ortaya koyar:
“İyi bari” dedi Marjori düşünerek, “eğer eğlenmiyorsan git istersen. Mutsuz olmanın anlamı yok.”
“Ama sence basit nezaket gereği…”
“Ay lütfen, Küçük Kadınlar’dan alıntı yapma” dedi Marjorie sabırsızca. “Çok demode oldu.”
“Gerçekten öyle mi?”
“Tabi ki! Hangi modern genç kadın o anlamsız hanımlar gibi yaşayabilir.”
“Onlar annelerimiz için rol modeliydi.”
Marjorie güldü. “Gerçekten öyleydi. Ayrıca annelerimiz iyi hoş ama kızlarının sorunları hakkında hiç bir şey bilmiyorlar.”
Bernice’in erkek berberinin kapısından modern dünyaya tedirgin girişini yazar metaforik bir dille şöyle anlatıyordu: Bernice kendisini idama giden Marie Antoinette gibi hissediyordu. Neden bütün bunların bir hata olduğunu haykırmadığına şaştı. Dışarıdaki düşman dünyadan korumak için saçlarını iki eliyle kavramasına ramak kaldı. Ama ikisini de yapmadı. Annesini düşünmesi bile ona engel olmadı. Bu onun oyuna sonsuz sadakatinin bir sınavı, popüler kızlar cennetine başı dik ve sorgulanmadan giriş hakkıydı.

JAMES JOYCE

OSCAR WILDE

F. SCOTT FITZGERALD
Leopold Sokakta Sidik Yarıştırıyor
Roman kahramanları ise, yazında o güne dek hiç duyulmamış şeyler yapmaya başlamışlardı. Anlatım teknikleriyle 20. Yüzyıl yazınını derinden etkileyecek olan İrlandalı yazar James Joyce’un Ulysses’inde Leopold Bloom tuvalette bağırsaklarından yükselen sesleri dinleyip ciğerlerini gelen kokuyla doldurmuş, kumsalda herkesin gözü önünde mastürbasyon yapmış, günün geç saatlerinde de Stephen Dedalus ile sokakta işeme yarışına girmişti. Kendini tatmin eden karısı Molly de, haykırışlar içinde bir, ya da birden çok kez orgazma ulaşmıştı.
Joyce’un kahramanları, 19. Yüzyıl roman kahramanlarının yaptığı gibi paragraflar şeklinde, ya da düzgün ve mantıklı cümlelerle düşünmüyorlardı. Onların düşünme eylemleri dur-kalklarla ilerliyor, alış-veriş listeleriyle cinsel fantezileri birbirine karıştırıyor, fiilleri unutuyorlardı. Anlaşılan Joyce modern aklı, enine boyuna düşünmenin derli toplu, sessiz küçük odası olarak görmüyordu. Rastlantısal olaylarla dolu işlek bir caddeydi o, bölük pürçüktü. Tanınabilir bir şeyi temsil etmeyen empresyonist resim benzeri noktalar ve darbelerden oluşmuştu.
16 Haziran 1904’de tek bir günde geçen Ulysses, insanın yaşam deneyiminin tüm yönlerini kapsıyordu. Homeros’un MÖ 9. Yüzyıla ait Odysseus’uyla açık ya da örtük sayısız paralellikler gösteren Ulysses, okurun anlayabileceği ya da anlamakta zorlanacağı göndermelerle doluydu.
Homeros’un eseri Truva Savaşından evine, İthaka’ya dönmeye çalışan Odyseus’un serüvenini anlatıyordu. Eserin üç kahramanı, Odysseus, dünyalar güzeli karısı Penelope ve oğlu Telemachus’tu. Benzer üçlü Joyce’un Ulysses’inde de yerlerini almıştı. Odysseus makamında Leopold Bloom oturuyordu, orta alt sınıftan Yahudi bir pazarlamacı. Karısı Molly Bloom Penelope’ye, genç estet Stephen Dedalus da Telemachus’a denk geliyordu. Joyce’un eseri 18 bölümden oluşuyordu, tıpkı Homeros’unki gibi. Tüm bölümler de Homeros ile kurulan ince benzerlikler içinde akıyordu.

SCHIELE: BAŞINI EĞMİŞ ÇIPLAK KIZ (1918)

SCHIELE: UZANMIŞ ÇIPLAK KADIN (1916)
1933’de Amerikan Hükumeti müstehcen olduğu gerekçesiyle Ulyses’in ithalini yasakladı. Karara karşı açılan davanın yargıcı John M. Woolsey ise, “mide bulandırıcı” olarak nitelemekle birlikte, romanın satışını serbest bırakacaktı. Yargıcın ünlü kararı meslekten bir edebiyat eleştirmenini aratmayacak tespitlere dayanıyordu:
“Joyce, Ulysses’ı yazarken yeni bir yazınsal biçem kullanmak istemiştir. Dublin’de, 1904 yılında yaşayan ortanın altındaki sınıftan kişileri almış, Haziran ayı başındaki bir gün boyunca, sadece neler yapmış olduklarını değil, neler düşünmüş olduklarını da anlatmıştır. Bana öyle geliyor ki Joyce şaşırtıcı bir başarıyla sürekli değişen kaleydoskopik bilinç ekranında, hem sıradan malzemeyi, hem de pek derinlerdeki bilinçaltı malzemeyi yansıtabilmiştir.”
İlk kez yayınlandığı 1922 yılında Ulysses ağır eleştirilere uğradı. Eser “müstehcen”, “küfür dolu” ve “okunulamaz nitelikte” bulunmuş, İngiliz yazar Virginia Woolf da Joyce’un “hela obsesyonu”ndan muztarip olduğu kanısına varmıştı. Bütün bu sert eleştiriler kısa süre içinde unutulup gidecek ve Ulysses günümüze dek, modernist yazının zirvesindeki yerini koruyacaktı. Yazarın Kelt lirizminin tepe noktalarıyla en alt düzey bayağılık arasında dalgalanan dili, yaklaşık bin sayfalık yapıta Modern Library’nin 20. Yüzyılın İngilizce dilinde yazılmış en iyi 100 romanı sıralamasında birinciliği aldırmıştı.
Roman kahramanlarının davranış değişiklikleri gösterdikleri yıllarda, Gustav Klimt ile öğrencisi Egon Schiele de güzel sanatların etik değerlerini sorguluyorlardı.
Arkada kalmış geçmiş ile yeni oluşan dünya arasında geri dönüşsüz bir yarık açılmıştı. Modern olmak yeni dünyayı kabullenmek demekti. Entelektüel bir görev, hayal gücü gerektiren bir meydan okuma.

SCHIELE: ÇÖMELMİŞ ÇIPLAK KADIN (1914)

SCHIELE: AYAKTA DURAN ÇIPLAK KADIN (1914)

SCHIELE: ETEĞİ SIYRILMIŞ ESMER KIZ (1911)
Dorian’ın İçi Sıkılıyor
Dönemin bu umut dolu söyleminin karşıt yönünde gelişen karamsar düşünceler ise, yeni bir dünyanın kuruluyor olup olmadığı bir yana, ufukta görünen yeni yüzyılın başlayıp başlayamayacağı ile ilgiliydiler.
O tarihlerde 19. Yüzyıl, üretim ve teknolojide gösterdiği olağanüstü enerjiye tepki olarak farklı bir ruh halinin daha yaygınlaşmasına neden olmuştu: Kendisini enerjisi tükenen bir organizmanın temel şikayeti şeklinde dışa vuran yoğun iç sıkıntısı, ‘ennui’. Goncharov’un Oblomov’u, Leskov’un Lady Machbeth’i, Wilde’ın Dorian Gray’i bu ruh halinin tipik örneklerini sergilediler.
Dorian Gray’in Resmi’nin kadın aşkına kayıtsız kahramanı Lord Henry iç sıkıntısıyla “yüzyıl sonundan” yakınırken, Lady Narborough bu ifadeyi “dünyanın sonu” olarak değiştirmiş; Dorian da, ah “keşke öyle olsa” demişti, “çünkü yaşam benim için koskoca bir hayal kırıklığı.” Böylesine büyük bir hayal kırıklığının mantıki sonucu ölümü seçmekti.
Modernizmin 20. Yüzyılda inşa etmek istediği dünya daha 1890larda Dorian Gray tarafından fütursuzca ölüme mahkum edilmişti. Ve infaz az daha gerçekleşecekti.
1890 yılında yayınlanan Dorian Gray’in Resmi, çok yakışıklı bir genç adam olan Dorian Gray’in ressam Basil Hallward ile tanışmasıyla başlar. Genç adamın güzelliğine hayran kalan Basil, onun resmini yapmaya karar verir. Dorian’ın güzellik ve saflığı, ressamın bahçesinde onu gören arkadaşı Lord Henry Wotton’ı da etkiler. Bir estet perspektifinden dünyaya bakan Henry için yaşamda değerli olan tek şey güzelliktir; yaşam da, arzular ve duyguların hedonistik tatmini. Dorian, Lord Henry’nin bu hedonistik yaklaşımına kapılacak ve giderek ahlak dışı her türlü zevke açık hale gelecektir. Sanat estetiğini bedeninde cisimlendirmiş olan Dorian , güzelliğini yaşlanmayla yitireceğinin bilincindedir. Bu nedenle kendisinin değil, Hallward’ın yaptığı resminin yaşlanmasını diler. Bu dileğin kabulüyle de Wilde, okurunu, 19. Yüzyılın son gotik korku romanı ile baş başa bırakır.
Kişisel arzu ve duyguların keşfedilmesi süreci Dorian’ı her türlü kötülüğü deneyimleyen bir insana dönüştürür. Kendisine aşık, yoksul ama çok yetenekli Shakespeare oyuncusu Sibyl Vane’i tahrip etmekle başlayıp Basil’i bıçaklamaya varacak olan bu kötülükler zincirinin kılavuzu da, Lord Henry’nin kendisine hediye ettiği bir kitap olacaktır. Wilde, kitabın adını vermemekle birlikte, kuvvetli olasılıkla Joris-Karl Huysmans’ın Doğaya Karşı adlı eserini kastetmektedir. 18 yıl sürecek bu dönem boyunca Dorian’ın yaşlanmamasının nedeni de, onun yerine yaşlanan resmidir. Wilde’ın onun bu dekadan yaşam biçimini eş-cinsel unsurlarla birlikte işlemesi de, romanın yayınlandığı dönemde büyük tepki çekmesine neden olacaktır.
Romanın sonuna doğru Dorian, bahtsız bir olaylar dizisi ertesinde Londra’ya döndüğünde, Lord Henry’e bundan böyle düzgün ve onurlu davranacağını söyleyecektir. Bu kararının, odasındaki resimde yansıyan günahkar ihtiyar bunak görünümünü düzelip düzelmediğini de merak etmektedir. Ancak resmin önündeki perdeyi kaldırıp baktığında, durumun daha da kötü olduğunu görür. Bu durum karşısında merhametinin ardında yatan nedenlerin kibir mi, merak mı, yoksa yeni bir duygusal aşırılık mı olduğunu sorgular. Ancak tam bir günah çıkarmanın ruhunu kurtaracağına inanarak, vicdanının son kalıntılarını da yok etmek üzere Basil’i öldürdüğü bıçağı eline alıp resmini paramparça eder. Hizmetkarlar kapısı kilitli odadan canhıraş çığlıklar duyarlar ve polisi çağırırlar. Kapı açılıp içeri girdiklerinde de, Dorian’ın, kalbinden bıçaklanmış halde resminin önüne yığılmış ve ancak parmaklarındaki yüzüklerinden teşhis edilebilecek şekilde ihtiyarlamış ve çürümüş cesediyle karşılaşırlar.
Wilde bir dostuna yazdığı mektupta, Dorian Gray’deki kimliklerin aslında kendisinin değişik yansımaları olduğunu belirtmiştir: “Basil Hallward benim, olduğumu sandığım insandır; Lord Henry, insanların beni sandığı kişi, Dorian ise, olmak istediğim…”
Richard Wagner Sahnede
Yüzyıl dönümü, Fransız Devrimiyle başlayan dönemin gün batımına denk gelmiş; bu durumun karamsarlığı da Heinrich Heine’nin uzun şiiri Tanrıların Alacakaranlığında, cennetin cinlerle iblislerin istilasına uğramasıyla dile getirilmişti.
Richard Wagner ise, uygarlığın geleceğine ilişkin bu karanlık tabloyu, opera sahnesine taşıdı. Der Ring des Niebelungen’de Brünhilde atını zaferle sunağa doğru koştururken, insanlığı kurtarabilecek olan son kahramanın, Siegfried’in dumanları Valhalla’ya yükseliyordu. Dumanlar Valhalla’yı saracak, ümitlerini yitiren tanrılar sırtlarını dönüp sahneyi terk edecekler, Ren uygarlığı da kabaran suların altında yok olacaktı.
Alman besteci, orkestra şefi ve müzik kuramcısı Wilhelm Richard Wagner bir polis memurunun dokuzuncu çocuğu olarak 1813 yılında Leipzig’de geldi dünyaya. Babası doğumundan altı ay sonra tifüsten ölünce annesi aktör ve senarist Luwig Geyer ile ilişki kuracak ve aile Dresden’e yerleşecekti. Wagner’in tiyatroya duyacağı sevgi üvey babası sayesinde doğdu; hatta Geyer’in bir oyununda, hayatta oynayabileceği en son rol olan, melek rolünde sahneye bile çıktı.
Genç Wagner, Dresden’de bir konserde Carl Maria von Weber’in Der Freischütz’ünü dinlemiş ve eserin gotik ruhundan pek etkilenmişti. Senaryo yazarlığına heveslenmesi bu vesileyle olmuş ve ilk eseri Leubald ve Adelaide trajedisine daha okuldayken başlamıştı. 1827’de Wagner, Leipzig’e dönüp bestecilik dersleri almaya başladı. 1828 yılı ise, yaşamındaki dönüm noktasını oluşturdu: Ocak ayındaki bir konserde Beethoven’ın 7. Senfonisini dinlemiş, Mart ayında da bunu, bestecinin 9. Senfonisi izlemişti.
1833 yılında Wagner 20 yaşına bastığında Carl Maria von Weber tarzındaki ilk komple operası olan Periler’i (Die Feen) tamamlamıştı. Bunu 1836’da Magdeburg’da sahnelenecek olan Aşk Yasağı (Das Liebesverbot) izledi. Eser William Shakespeare’in Kısasa Kısas adlı oyunundan uyarlanmıştı. Aynı yıl Wagner, güzel artist Wilhelmine ‘Minna’ Planer ile evlendi.
Wagner’in Riga operasının şefliğine kabul edilmesiyle birlikte yeni evli çift de Rusya’ya taşındı. 1839’a gelindiğinde borçları o kadar birikmişti ki, alacaklılardan kurtulmak üzere Riga’dan kaçmaktan başka çareleri kalmamıştı. Öyle de yaptılar. Yanlarında köpekleri Robber İngiltere’ye giden bir gemiye binmişler ve fırtınanın azdırdığı bir denizi aşmak zorunda kalmışlardı.
Alacaklılarından kaçan bir adamın ne derece namuslu olduğu tabi ki tartışılabilir. Ama siz siz olun, Wagner’in bu seyahat sırasında kafasında şekillenen ve ilerleyen yıllarda tamamlayacağı Uçan Hollandalı operasının uvertürünü dinlemeden bunu yapmayın. Metal üflemeliler önderliğinde azgın denizi betimleyen etkileyici uvertür, anlatılan borç hikayesini hemen unutturacaktır size.
WAGNER: UÇAN HOLLANDALI, STAATSKAPELLE DRESDEN, THIELEMANN
Wagner, Rienzi ve Uçan Hollandalı operalarını 1840-41 yıllarını geçireceği Paris’te tamamladı. Rienzi, Dresden Saray Operasında sahnelenecek, başarılı da olacaktı. Bundan sonra altı yıl boyunca Saksonya’da yaşayacak olan Wagner, Saksonya Saray Operasını yönetecek ve Tannhauser’i besteleyecekti.
Wagner’in Dresden macerası onun sol kanat radikal siyasette yer almasıyla son buldu. O tarihlerde Bağımsız Alman Eyaletleri bünyesinde anayasal özgürlükleri ve güçsüz prensliklerin bir araya gelmesini talep eden ulusal bir hareket doğmuştu. Wagner bu harekette etkin rol üstlenmiş, radikal soldaki gazeteci ve yazarlarla, Mikhail Bakunin gibi anarşistleri evinde ağarlar olmuştu. Saksonya hükumetine karşı ayaklanmaya Kral II. Frederick Augustus’un tepkisi sert oldu. Kral, parlamentoyu feshettiği gibi, yeni anayasa teklifini de reddetti. Bunu karşı gelişen kitle isyanını Prusya Birlikleri bastırılacak ve geniş çaplı tutuklamalar başlayacaktı. Bu şartlar altına Wagner erken davranıp Paris’e kaçtı, oradan da Zürih’e geçti. Mikhail Bakunin ise kaçamamış ve uzun süre kalacağı hapishaneye kapatılmıştı.
Wagner 18 yıl boyu sürgünde yaşadı. Dresden başkaldırısı öncesinde Lohengrin operasını da bitirmiş ve orta döneminin üç operası tamamlanmıştı. Yakın dostu Franz Liszt’e Lohengrin’in yokluğunda sahnelenmesini rica eden bir mektup yollayacak, Liszt de sadık bir dost olarak operayı 1850 Ağustosunda Weimar’da yönetecekti.
Wagner, Alman sanat dünyasının dışına düşmüş, durumu giderek ağırlaşan depresyondaki eşi ve olmayan geliriyle yaşamının zor bir dönemine girmişti. Ama yılmayacaktı. Zürih’te, müzik kuramına önemli bir katkı olarak Geleceğin Sanatı’nı yazacak, bu yazısında da müzik, dans, şiir, görsel sanat ve sahne sanatını birleştiren ‘bütünsel sanat’ anlayışını ortaya koyacaktı. İleride tamamlayacağı Niebelungenlerin Yüzüğü işte onun bu opera vizyonunun ürünü oldu.
Geleceğin Sanatı’nı, Alman müziğinin özgün karakterinin Musevi besteciler tarafından bozulduğunu ileri sürdüğü anti-semit Müzikte Musevilik denemesi izledi. Burada Wagner, esas olarak Giocomo Meyerbeer ile Felix Mendelssohn’u hedef almıştı; oysa Meyerbeer Uçan Hollandalı’nın Dresden Kraliyet Operası tarafından sahnelenmesinde en etkili olmuş kişiydi. Wagner’in Nazi liderleri tarafından sevilmesinin, buna karşın İsrail’de icra edilmemesinin önde gelen nedeni bu yazı olacaktı.
Wagner Tristan ve İsolde operasını da Zürih’te besteledi. Yüzüğü erteleyip bu işe girişmesinde, iki ilham kaynağı önemli rol oynamıştı. Bunlardan biri, felsefeci Arthur Schopenhauer’di. Wagner onunla tanışmasını hayatının en önemli olayı olarak gördü. İçinde bulunduğu ruh hali Alman felsefecinin derin kötümserliğini kolayca benimsemesine neden olmuştu. Ama ilerde durumu iyileştiğinde de bir Schopenhauer takipçisi olmaktan vazgeçmeyecekti.
Wagner’in ikinci ilham kaynağı ise bir kadındı: Mathilde Wesendonc. İpek tüccarı Otto von Wesendonc’un karısı. Wagner’in, eğer deyim yerindeyse, tutulduğu kadının kocası bestecinin müziğine hayrandı. Bunun da ötesinde, Zürih’e geldiğinde onu sahiplenmiş ve villasının müştemilatını kendisine tahsis etmişti. Mathilde’ye tutulan Wagner ise, pek dikkate almamıştı bunları. Ahlaksızlığın bu kadarı olmaz denilebilir; ama durun bir dakika.
Birincisi, Wagner’in Mathide tutkusu Yüzük çalışmasını kenara bırakıp Kral Arthur dönemi bir aşk öyküsüne dönmesine neden olacaktı. Bu trajik öykü şövalye Tristan ile, evli bir kadın olan Lady Isolde arasındaki ümitsiz aşkı dile getiriyordu. Bundan hareketle Wagner ünlü operası Tristan ve Isolde’yi besteleyecek ve eserin açılışında duyulan Tristan Akoru da, birçok müzik kuramcısına göre, 20. Yüzyılın tonsuz müziğinin başlangıç noktasını oluşturacaktı.
İkincisi, aynı tutku, Wagner’in, şair olan Mathilde’in beş şiirini bestelemesine neden oldu. Soprano ve piyano için bestelenmiş bu şiirlerden oluşan Wesendonc Şarkıları da Tristan ve Isolde için gerekli eskizleri oluşturdular. Wagner bunların üçünü, gelişmiş şekillerinde, operasında kullanıldı.
Üçüncüsü ve en önemlisi, boş verin derin ahlak konularıyla uğraşmayı da müziği dinleyin! Adınız da muhtemelen Otto değil ki zaten.
Önde gelen Wagner yorumcularından orkestra şefi Karl Böhm’e göre Leonard Bernstein’ın Tristan yorumu muhtemelen Wagner’in ruhuna en yakın olanıydı. Böhm’ün deyimiyle ilk defa biri bu muziği, orkestraya tam da Wagner’in yazdığı biçimde çaldırmıştı. “Geri kalanımız ise buna hiçbir zaman cesaret edemedik”, demişti Böhm. Ayrıca, Bernstein’ın bu ağır mı ağır temposu eserin hemen başındaki Tristan akordunu da açık biçimde duyabilmeyi de mümkün kılıyor.
TRISTAN VE ISOLDE, PRELÜD, BOSTON SENFONİ, BERNSTEIN
SIEGFRIED IDYLL, BERLİN FİLARMONİ ORKESTRASI, HAITINK
Wagner, 1861 yılında, kendisine karşı konulmuş yasakların kalkmasıyla birlikte Prusya’ya geri döndü ve tek neşeli yapıtı olan Nürnbergli Usta Şarkıcılar üzerinde çalışmaya başladı. Üç yıl sonra Bavyera tahtına 18 yaşındaki II. Ludwig’in geçmesiyle de bahtı açıldı. Genç kral çocukluğundan beri Wagner operalarının hayranıydı. Besteciyi Münih’e getirtip tüm borçlarını kapattı. Münih Ulusal Tiyatrosu da Tristan ve Isolde’yi sahneye koydu. Ne var ki, Wagner gene rahat durmadı. En zor günlerinde eserlerini yöneterek kendisine destek veren ünlü orkestra şefi Hans von Bülow’un karısı ve yakın dostu Franz Liszt’in kızı olan Cosima’yı ayarttı. Cosima, Wagner’den 24 yaş küçüktü; babası da bekleneceği üzere bu durumdan hiç hoşlanmamıştı.
1865’de Cosima, Wagner’in gayrı meşru kızı İsolde’yi doğurdu. Münih tüm tarafları ünlülerin oluşturduğu bu büyük bir skandalla çalkalanıyor, Wagner de saray çevresindeki itibarını giderek yitiriyordu. Çaresiz kalan kral sonunda Wagner’i sürgüne göndermek zorunda kaldı. Kendisi de kahramanıyla birlikte gidebilmek için tahtını bırakmaya hazırdı, ama Wagner onu bu düşünceden vazgeçirdi. Gittiği İsviçre’de, Nürnbergli Usta Şarkıcıları tamamlayacak ve söz konusu opera 1868de Münih’te sahnelenecekti.
Aynı yıl Cosima kocasından boşandı ve Wagner ile evlendi. Wagner’in ölümüne dek süren bu evlilikte bir kızları daha oldu, bir de oğulları: Ewa ile Siegfried. Wagner de karısının doğum gününde ona Siegfried Idyll’i armağan etti.
Yüzüklerin Efendisi
Wagner, dört ayrı operadan oluşan Niebelungenlerin Yüzüğü serisinin amaca uygun olarak tasarlanmış yeni bir opera binasında sahnelenmesini istiyordu. Bu operaların ilk ikisi olan Ren Altını ve Valküre, Kral Ludwig tarafından Münih’te gösterime sokulmuştu bile. Yeni opera binasının yeri Bayreuth olarak belirlendi ve Wagnerler oraya taşındılar. Nihayet Bayreuth Festspielhaus’un temeli atıldı. Atılmasına atıldı da, inşaatın tamamlanması finansmanın bulunabilmesine bağlıydı. Bunu bulabilmek için de birkaç kentte Wagner Dernekleri harekete geçmişlerdi; Wagner’in kendisi de Almanya’da bir dizi konser turnesine çıkarak para toplamaya çalışıyordu. Ancak esas finansman gene Kral Ludwig’den gelecek ve 1876’da Festspielhaus, Niebelungenlerin Yüzüğü ile açılacaktı.
Kısaca Yüzük olarak adlandırılan Niebelungenlerin Yüzüğü, Alman Töton mitolojisinin kimlikleri, geç dönem İskandinav mitolojisi, İzlanda epikleri, özellikle Edda’lar, Volsunge Saga ve bir 12. Yüzyıl Avusturya şiiri olan Niebelungenlied üzerine kuruludur. Wagner’in yaklaşık 20 yılda tamamladığı eserin tamamı, orkestra şefinin yorumuna göre, yaklaşık 15 ila 16 saatte icra edilebilir. Opera dünyasının bu açıdan en iddialı yapıtıdır.
Söz konusu dört epik müzikal drama sırasıyla Ren Altını, Valküre, Siegfried ve Tanrıların Alacakaranlığıdır. Eserin tamamını dinlemek dört akşam operaya gitmekle mümkün olabilir. Antik Yunan draması biçiminde modellenmiş Yüzük, bir satir ve üç trajediden oluşur. Birincisi olan Ren Altını’nı Wagner Ön Akşam olarak adlanndırır. Valküre, Birinci, Siegfried, İkinci, Tanrıların Alacakaralığı da, Üçüncü Akşama denk gelir.
Tüm öykü, Niebelungen cücesi Alberich’in Ren Nehrinden çalınmış altından döverek yaptığı yüzük etrafında geçer. Bu büyülü yüzük sahibine, dünyaya hükmetme gücünü vermektedir. Kuzey mitolojisinin Zeus’u konumundaki Wotan (ya da Odin) da dahil eşitli mitolojik figürler, tanrılar ve kahramanlar yüzüğü ele geçirmek amacıyla mücadele verirler. İnsanlığın kurtuluşu ve uygarlığın devam edebilmesi yüzüğü Siegfried’in ele geçirebilmesine bağlıdır. Tanrı Wotan’ın arzusu da budur zaten. Siegfried bunu başarır, ama ihanete uğrar ve öldürülür. Siegfried’in sevgilisi ve Wotan’ın kızı Brünnhilde de eserin sonunda eline geçirdiği yüzüğü Ren nehrine geri fırlatır. Tanrılar arkalarını dönüp sahneyi terk ederlerken Ren Nehrinin kabaran suları da uygarlığı yutar.
Bir bakıma öyküyü dinlerken Oxford Üniversitesi profesörü J. R. R. Tolkien’in yazdığı epik fantezi türündeki dört ciltlik Yüzüklerin Efendisi’ni okuyor, ya da bu roman üzerine yapılmış filmi seyrediyor gibisinizdir. Ama profesörün kitabının Wagner’in Niebelungenlerin Yüzüğü’nden çalınmış olduğunu düşünmeyin. Her ikisi de Kuzey’in aynı mitolojik kaynaklarından yararlanmışlardır sadece.
Aşağıdaki dört videodan birincisi Valküre’den. Ata binmiş Valküreler Wagner’in en popüler temalarından biri. Levine yönetiminde Metropolitan tarafından icra edilmiş. İkincisi, Tanrıların Alacakaranlığı’ndan Siefried’in ölümü ve matem marşı. Klaus Tennstedt yönetiminde Londra Filarmoni Orkestrası seslendiriyor. Frank Aleu’nun avangart yorumunun izlenebileceği üçüncü video ise, eserin finali.
Wagner, müzikal dramalarına temel olarak, Grundthemen, yani baz temalar kullanmıştır, başka bir deyişle, leitmotifler. Bunlar tekrar eden melodiler, ya da armonik dizelerdir. Bir hareketi, bir olayı, bir şeyi, bir kişiyi, ya da bir duyguyu temsil ederler. Göndermede bulundukları özne, nesne, ya da olay sahnede gündeme geldiğinde, onlar da duyulmaya başlarlar. Wagner bunları “hislere rehber” olarak tanımlar. Dinleyici için sahnedeki gelişmelerin bir tür alt yazısı işlevi görürler. Dördüncü video da, Wagner leitmotifleri üzerine açıklamalardan oluşuyor.
VALKÜRELER: VALKÜRELER AT ÜSTÜNDE, MET, LEVINE
TANRILARIN ALACAKARANLIĞI: SIEGFRIED’İN ÖLÜM MARŞI, TENNSTEDT
TANRILARIN ALACAKARANLIĞI: FİNAL
WAGNER’İN LEITMOTİVLERİ
1877 yılında İtalya’ya taşınan Wagner son operası olan Parsifal’ı yazmaya başlar. Bu arada sanat ve din konularında giderek radikalleşen yazılar kaleme alır. 1869 yılında yayınlanan Orkestra Şefliği Üzerine başlıklı denemesi Orta Avrupa’nın orkestra yönetme geleneğini tanımlamıştır. Onun bu konudaki görüşleri Hans von Bülow, Arthur Nikisch, Wilhelm Furtwaengler ve Herbert von Karajan gibi şeflik dünyasının yarı-tanrılarını derinden etkilemiştir. Parsifal bitip 1882de Bayreuth’da sahnelendiğinde, Wagner artık ağır hastadır. 1883 Şubatında Venedik’te geçirdiği bir kalp krizi sonucunda otel odasında ölür. Cenazesi de Bayreuth’a götürülür.
Huy canın altındadır, demiş atalarımız. Zaten o kadar çok şey demişler ki, bunların bir kısmının doğru çıkması kaçınılmaz. Ama sadece bir kısmının. Örneğin “ayağını yorganına göre uzat” iktisadi depresyon tehdidin bulunduğu durumlar için pek de uygun bir tavsiye değil. Damlaya damlaya göl falan olduğu da yok günümüz kapitalizminde.
Ama Wagner’den bahsediyorsak eğer, huy canın altındaymış gibi gözüküyor. Rivayet o ki, Wagner otel odasında kat hizmetçisiyle oynaşırken geçirmiş kalp krizini. Ama kime ne bundan? Kendisinden en büyük kazığı yiyen kayın pederi Franz Liszt bile onun dehası karşısında yaptıklarını affetmiş olacak ki, ele avuca sığmaz damadı anısına Matem Gondolu adlı piyano eserini bestelemiş. Bu piyano parçası da, Wagner’in cenazesini taşıyan siyah bir matem gondolunun Grand Canal’da hüzün veren ilerleyişini anlatıyor.
Yapıtları ve kuramsal yazılarıyla Richard Wagner opera müziğini temelden etkilemiştir. ‘Müzikal drama’ olarak adlandırdığı yeni bir opera formunu öne çıkarmıştır. Burada müzik ile sahnelenen drama bir bütün oluşturur. Diğer opera bestecilerinin aksine operalarının librettosunu da kendisi yazan Wagner için orkestranın rolü ile opera solistlerinin rolleri aynı düzeydedir. Wagner dışa vurumculuğu daha önce benzeri görülmemiş boyutlara taşımış ve Geç Romantizmin doruğunu oluşturmuştur. Müziği, aşırı kromatik yapısıyla armoni ve müzik formunda önemli yeni gelişmelere neden olmuştur. Bu bağlamda Wagner, Tristan ve Isolde ile geleneksel tonal sistemi sorgulamıştır ve izleyen yüzyılın atonal müziğinin habercisi konumundadır.
Wagner’in ölümünden sonra yıllar boyu besteciler onun büyüsü altında kendilerini, ya Wagner karşıtı, ya da takipçisi olarak tanımlamak ihtiyacını duymuşlardır. Bruckner ve Wolf müzikleri açısından ona çok şey borçludurlar, tıpkı Frank, Duparc, Chausson, Massenet ve Zemlinski gibi. 20. Yüzyıl müziğinin kurucuları Debussy ve Schönberg için de Wagner armonileri kılavuz işlevi görmüşlerdir. Mahler ise, “sadece Beethoven ve Wagner vardı” diyerek besteciye olan hayranlığını dile getirmiştir.
Wagner’in etkisi müzik dünyası ile de sınırlı kalmamıştır. Baudelaire, Mallermé ve Verlaine gibi ünlü Fransız ozanlarını derinden etkilemiş, Tristan ve Isolde ile Niebelungenlerin Yüzüğü’nden yapılmış alıntılarla T.S. Eliot’un Çorak Ülke adlı uzun şiirinde de boy göstermiştir.
Çorak Ülke

T. S. ELIOT
Kuruyan bir uygarlıkta yaşama anlam kazandırmada uğranan başarısızlık T. S. Eliot’un Çorak Ülke’sinin karamsar leitmotivini oluşturur. 433 dizelik şiir Wagner’in yanı sıra, Homeros, Sophocles, Virgil, Ovid, Dante, Shakespeare, Spenser, Chaucer, Webster, Conrad, Milton, Baudelaire, Hesse, Huxley, Verlaine, Bram Stoker, Sir James Frazer, İncil, Buddha ve Kelt mitolojisinden yapılmış alıntılarla, o güne dek öngörülmemiş bir tarzın çarpıcı örneğini sunar okuyucuya. Çorak Ülke, şiirin estetiğini yeniden tanımlamış ve 20. Yüzyılın en ünlü modernist şiiri olmuştur.
T.S.ELIOT: ÇORAK ÜLKE
1888de St. Louis’te bir Amerikalı olarak doğan T. S. Eliot, 1965de Londra’da bir İngiliz olarak ölecekti. Çorak Ülke ise, James Joyce’un Ulysses’i ile aynı tarihte, 1922 yılında yayınlandı. Büyük Savaşın neden olduğu karamsar ruh hali içinde yazılmış olan şiir. yitirilmiş bir uygarlığın bedbin bir dışa vurumuydu. Uzun şiir Upanişadlardan bir alıntıyla Sanskritçe bitiyordu: “Datta. Dayadhvam. Damyatta / Shantih shantih shantih” – “Ver. Duyuları paylaş. Denetle / Barış barış barış.”
Spengler ve Uygarlığın Çöküşü
Tarihçi Oswald Spengler’in (1880-1936) 1918 ve 1922de iki cilt olarak yayınlanan Batı’nın Çöküşü’nde Batı uygarlığının çöküşünü, yaşlanmadan kaynaklanan bunama, yaşam sevincinin kaybı ve var olma arzusunun yitirilmesiyle ilişkilendirilmişti. Tepelerinde üstün-insanın gezindiği uygarlık, geleceğini bile düşleyemez duruma düşmüş, ovalarında ‘son insanın’, o demokratik küçük yaratığın, hopladığı ölümünü bekleyen bir dünyaya dönüşmüştü; uzatmaların oynandığı bir ‘geç yaşama’.
Spengler tarihi dehşetengiz bir yalınlık içinde okumuştu. Dünyanın binlerce yıllık tarihi üç döneme, antik, orta ve modern dönemlere ayrılmış; her bir evre kendi kültürünün yaşam döngüsüyle ilişkilendirilmiş; Aydınlanmacı ilerleme de, bu dönemselliğin içine hapsolmuştu. Orta Çağın sonunda Batı, dizinin son epizodu olan tamamlanmış bir Üçüncü Reich’ı düşlemişti. Kopma noktasına kadar uzamış olan da işte bu dönemdi. Modernite fikri, zamanın artık dolduğunun kanıtıydı. Evre tamamlanmış olduğundan kişisel yaşamlar çöküşe ve ölüme yönelmişlerdi.
Oswald’ın belirlediği onulmaz hastalığın semptomunu oluşturan aslında onun kendi kronometresiydi. Acımasızca bin yılları tek bir yıla indirgemiş ve mevsimlerden kış başına doğduğumuz sonucuna varmıştı. Batı uygarlığının tarihi tek bir güne sıkıştırıldığında durum daha da vahimdi. Yunan kültürü günün güneşli ve berrak sabahına denk düşüyordu; İyon sütunu da, tam tepedeki parlak öğlen güneşine. Orta Çağ gotiği, sisli ve dumanlı bir yarı-aydınlıktı. Modern zamanlar da, ‘gecenin sanatı’, mistisizmin karanlığına, ana rahmine, mezara dönüşü arzulayan.
Nereye baksa Spengler çürüme ve yok oluştu gördüğü: Modern bilim adamı Faust, akıl dışı bir biçimde, insanlığın yazgısını dokuyan ihtiyar kadınları ziyaret ediyordu yer altında. Tristan ile Isolde çifte intiharla kendilerini geceye teslim ederken, Bayreuth’daki Wagner orkestrasının karanlık derinliklerinden tuhaf ses akımları yükseliyordu. Bu nihilist süreç boyunca empresyonistler de, donuk ve belirsiz lekelerle dağıttıkları maddenin dünyasını, bedensiz bir sonsuzluğa saçmakla meşguldüler.
Spengler’i Batının kaçınılmaz çöküşüne götüren tarih anlayışı, kaderci olmanın ötesinde bir tür geçmişten özgürleşmeyi de içeriyordu. Bu özelliğiyle de sanatçılar ve mimarlar için tarihsel tarzların sorgulanmasına zemin oluşturmuştu. Onun etkilediği mimarlardan biri de Bauhaus’un önde gelen isimlerinden Mies van der Rohe oldu. Mies, modern dünyayı temsil edecek olan yeni mimari tarzın ne olması gerektiğini ararken, Spengler’den çıkmıştı yola.
Kısa süre içinde Spengler’in kitabı modern dekadansın İncili oldu. Berlin kabare yıldızı Trude Hesterberg yapıtı vücuduna uyarlamış, kalçalarına ve uyluklarına savaşta ölen Alman kahramanlarının adlarını yazdırarak bu dövmelerle onları adeta anıtsal bir yazıta dönüştürmüştü. “Eğer ilgilenirseniz”, diyordu müşterilere, “bedenimin kıvrımlarımda ‘Batı’nın Çöküşünü’ bulabilirsiniz.”
Naziler açısından Oswald Spengler gerçek bir bilgeydi. ‘Der Untergang des Abendlandes’ Viyanalı satirist Karl Kraus’un deyişiyle, dünyanın sonunu hızlandırma programının ‘untergangsterleri’ne etkili bir el-kitabı olmuştu.
Spengler’in uygarlığın sonuna ilişkin hüznü Hitler’e de bulaştı; o da, bu sonun beklentisi içinde, arkasında muhteşem harabeler bırakmak üzere Berlin’i yeniden inşa etti.
Gecenin insanı kendinden geçiren sanatını göz önüne alan Führer, Nazilere gece yürüyüşleri talimatı verdi. 1931de Heinrich Mann, Spengler kronolojisini acı bir ironiye uyarladı: “Almanya çoktandır akşamın karanlığında, eğer hala gece yarısı olmadıysa.” Gece yarısı 1933 yılında çökecekti ülkenin üstüne.

NAZİLERİN MEŞALELİ YÜRÜYÜŞÜ, NOLLENDORFER; BERLİN (1933)

HINDENBURG NAZİ YÜRÜYÜŞÜNÜ PENCEREDEN İZLİYOR, BERLİN (1933)
Trude’nin bedenini tarihin hizmetine sunduğu yıllarda Christopher Isherwood da, cinsel hoşgörüsüyle ünlü Berlin kentine yerleşmişti. Elveda Berlin, Nazilerin iktidarı ele geçirmeleri öncesinde, 1932-33 kışında yazarın Berlin’de yaptığı veda turunu anlatıyordu.
Yazarın ilk durağı Salomé olmuştu. Dekorun Mahşeri çağrıştırdığı bu pahalı ve depresif kabarede cinsel yeraltının kadınsı erkekleri ve erkeksi kadınlarıyla barda oturuyordu. Barın her yanı müşterilerin narsizmine uygun şekilde aynalarla kaplıydı. Sahnede de bir travesti Yedi Tül Dansını yapıyordu.
İkinci durak, yaklaşan sivil savaş için taktiklerin tartışıldığı Hayvanat Bahçesi İstasyonundaki bir komünistler kahvesi oldu. Nollendorfer Meydanında ise, Naziler yürüyordu gecenin karanlığında.
BOB FOSSE: CABARET (1972)
BOB FOSSE: CABARET (1972)
Isherwood’un, yarı otobiyografik öykülerle oluşturduğu Berlin portresi George Orwell tarafından “çöküş halindeki bir toplumun parlak tasvirleri” olarak nitelendirilecek ve 1966’nın Broadway müzikali Cabaret’ye ilham verecekti.