SANATÇI VE SANATI
Antik el yazmaları, Yunanlılarla Romalıların sanatı yapılandırmak için matematiği nasıl kullandıklarını gösteriyordu. Sanatla matematik arasındaki bu ilişki, en belirgin biçimde, bina tasarımında sayısal oranların kullanıldığı mimaride ortaya çıkıyordu. Bu yolda Rönesans sanatçıları tarafından başvurulan en ilginç oranlardan biri de Altın Orandı.
Altın Oran
Bir yaprakta, ya da bir deniz kabuğunun spiralinde gözlemlenen altın oranın binalara ve diğer yapılara uyumlu bir kompozisyon kazandırdığı düşünülmekteydi. Altın Oran, Mısır piramitlerinin tabanlarının yüksekliklerine oranından, da Vinci‘nin ünlü Mona Lisa tablosunun boyunun enine oranına, Picasso’nun birçok tablosundan, Mimar Sinan’ın Süleymaniye ve Selimiye Camilerinin minarelerine kadar sayısız sanat eserinde ortaya çıkmaktaydı. Doğada birçok canlı açısından da durum aynıydı. Örneğin, insan kolunun uzunluğunun dirsek uzunluğuna oranı altın oranı veriyordu. Parmaklarda da kollardakine benzer bir oran geçerliydi. İnsan boyunun bacak boyuna, ağız genişliğinin burun genişliğine oranlarında da durum aynıydı.
Altın Oran, bir doğrunun, küçük parçanın büyüğe olan oranının büyük parçanın bütüne olan oranına eşit olacak şekilde bölünmesiyle elde edilmektedir. Matematiksel ifadesi de a / b = b / (a + b), yani yaklaşık olarak 5:8’dir.
Yunanlılar, Parthenon’un tüm tasarımını Altın Oran’a dayandırmışlardı. Bu oran ünlü Yunanlı heykeltıraş Phidias tarafından da kullanılmıştı. Rönesans sanatçıları da Altın Oranı tablolarında ve heykellerinde denge ve estetiği elde etmek amacıyla sıklıkla kullanmışlardı. Örneğin Leonardo, Son Yemek adlı tablosunda, İsa’nın ve havarilerin oturduğu masanın boyutlarından, arkadaki duvar ve pencerelere kadar Altın Oranı uygulamıştır. Güneş etrafındaki gezegenlerin yörüngelerinin eliptik yapısını keşfeden Johannes Kepler (1571-1630) de, Altın Oran’ı şu şekilde belirtmişti: “Geometrinin iki büyük hazinesi vardır; biri Pisagor’un Teoremi, diğeri de, bir doğrunun Altın Oran’a göre bölünmesidir.”
Antik çağlardan beri matematikçiler ve sanat kuramcıları tarafından bilinen bu ideal oran, ‘Altın Oran’ adını 19. Yüzyılda almıştı. Antik dönemde kısaca ‘bölüm’ olarak adlandırılırken, daha sonra İtalyan matematikçi Luca Pacioli tarafından ‘Divina Proportione’ ve nihayet Leonardo tarafından ‘Sectio Aurea’ olarak tanımlanmıştı. Altın Oran, aritmetik ve geometrik temellere sahip olmanın ötesinde, müzik, doğa ve insan vücuduna da yakın nitelikler göstermekteydi. Diğer tüm oranlara üstünlüğü ise, çeşitlilik içindeki birlik özelliğinde yatmaktaydı.
Romalı mimar Vitruvius, mimarideki oran ve simetrinin erdemlerini övmüş ve insan vücudunun, doğada orantının güzelliğini nasıl temsil ettiğini vurgulamıştı. Rönesans sanatçıları onun yazılarını mimari tasarımlarında kılavuz olarak kullandılar. Antik binaların kalıntılarına onları ölçmek ve orantı ile simetrinin nasıl uygulandığını öğrenmek amacıyla gittiler. Sonuç, yapılarda yeni bir estetik felsefesi olmuş, cennete doğru hareketi simgeleyen Gotik kulelerin yerini, insan aklını temsil eden zarif simetri almıştı. Kiliseleri inşa ederken Rönesans mimarları yapılarda artık haç şeklini kullanmıyorlardı; bunun yerini şimdi daire almıştı. Antik Yunan matematikçilerinin daireyi geometrik mükemmelliğe eşitlediğine inanan Rönesans mimarları da, bunu Tanrının mükemmelliğini temsil etmek için kullanır oldular.
VESTA TAPINAĞI, ROMA
BRAMANTE: TEMPIETTO SAN PIETRO, ROMA
Rönesans döneminin zenginleri evlerinin inşasında dört cephenin bir avlu etrafında konumlandırıldığı Roma stilini benimsemişlerdi. Binaların cephelerine basit, simetrik süslemeler uygulanmış, bazı konutlara da antik tapınakları anımsatan sütunlar yerleştirilmişti.
Kuşbakışı Rönesans
İtalya’da 14. Yüzyılın ortalarına doğru, mimarinin yanı sıra, edebiyatta da, Dante, Boccaccio ve Petrarch gibi hümanistlerle klasik antikitenin yeniden doğuşuna tanık olundu. Düşünce alanında, ortaçağ aydınları Virgil, Ovid ve Cicero gibi Romalı yazarları biliyorlardı. Ancak Rönesans’ta Livy, Tacitus ya da Lucretius gibi diğer bazı düşünürlerin yapıtları yeniden keşfedildi. Ama belki de en önemlisi, klasik Yunan edebiyatının Rönesans döneminde yeniden keşfiydi. Böylece çok sayıda Batılı edebiyatçı ve düşünür Yunanca öğrendi ve antik Yunanın tüm literatürüne hakim oldu.
Rönesans sanatçısı gotik selefi gibi düşünmüyor, Tanrı’nın hizmetindeki anonim bir zanaatkardan daha fazlasını olmak istiyordu. Ün ve saygınlık arayan gururlu bir yaratıcıydı o. Dine saygılıydı, ancak dini kimliklerle olan ilişkisinde pek de alçakgönüllü sayılmazdı; örneğin, Meryem ile aynı odada oturup onun portresini çizmekte herhangi bir sakınca görmüyordu. Güzel sanatlarda bebek Mesih’in temsili de değişmiş, kanlı canlı gerçekçi bir insan yavrusu olup çıkmıştı. Rönesans bir ‘gençlik çağı’ idi ve çocuklar sanatta özel bir önem kazanmışlardı. Sanatçı açısından yeni keşfedilen doğa da, kendine özgü bir büyüye sahipti. Rahipler manastırlarından çıkıp doğada, insanlar arasında vaaz verir olmuşlardı.
DUCCIO: MISIR’A KAÇIŞ (1308)
CARPACCIO: MISIR’A KAÇIŞ (1500)
Geç Gotik ressam Duccio di Buoninsegna’nın ‘Mısır’a Kaçış’ tablosunda, rüyasında bölge kralı Herod’un bebek İsa’yı öldürme niyetinde olduğunu gören Yusuf’un, Meryem ile bebeğini güvenlikleri için Mısır’a götürüşü temsil ediliyor. Dinsel figürler, küçücük taş dağlar, yuvarlak ağaçlar ve altın renkli gökyüzünün oluşturduğu adeta oyuncak bir manzaraya yerleştirilmişler. Buna karşın, bir Rönesans ressamı olan Vittore Carpaccio’nun aynı temayı anlatan resminde, ‘Kutsal Aile’ ağaçlarla bezeli inişli çıkışlı tepelerin içinden geçen rüstik bir yol izliyor. Anlaşılan Rönesans’la birlikte sanatçılar doğanın bilimsel gözlemcileri olmuşlardı.
GIORGIONE: ADORATION OF THE SHEPHERDS (1505-10)
Giorgione’nin Bebek İsa’ya “Çobanların Hayranlığı”nı temsil eden resmi, Rönesans’ın yukarıda sözünü ettiğimiz ana unsurlarını çok iyi özetler: bireycilik, gençlik, kanlı-canlı bir bebek olarak İsa ve gerçekçi bir doğa. Resim, Rönesans sanatçısının yaşam sevgisinin ve tüm yönleriyle yeni keşfettiği çevresindeki dünyaya hayranlığının açık bir ifadesidir.
Hümanizm
Rönesans’ın önemli kültürel gücü olan hümanizm, insana, çevresine ve klasik Yunan ile Roma’nın biçim ve değerlerine yeni bir ilgi anlamına gelir. Hümanistler, bilimsel konular, devlet yönetimi, retorik, felsefe ve sanat üzerine yazıları yeniden keşfetmiş ve antik uygarlıkların bilgisinden ve insana, insan aklına ve onun dünyadaki yaşamına yapılan vurgudan etkilenmişlerdir.
Hümanizmin gelişmesi ve yayılması, 15. Yüzyıl entelektüel tarihinin önde gelen olayı olmakla birlikte onun görsel sanatlarla olan ilişkisi oldukça karmaşıktır. Hümanistler, öteki dünya ile değil, şimdi ve buranın sorunlarıyla ilgilidirler. Buna karşın görsel sanatlar, hem İtalya’da, hem de Kuzey Avrupa’da uzunca bir süre daha büyük ölçüde dinin etkisinde kalmıştır. 15. Yüzyıl, Flaman ve Floransa resminin altın çağıdır ve yüzyılın sonlarına doğru, sanatın hümanist düşünceyle ilişkisi tamamlandığında, İtalyan sanatı uluslararası bir prestij kazanmıştır. Ardından da Rönesans, 16. Yüzyılın ilk yarısından itibaren Kuzey Avrupa’ya yayılmıştır.
Teknik anlamda hümanizm, ortaçağ skolastiğinin mantık, metafizik ve felsefeye verdiği önemi, dil, edebiyat, tarih ve etik ile değiştirmeyi amaçlayan bir çalışma programıydı. Hümanist öğretmenler, skolastik mantığın yaşamın pratik kaygılarına ilgisiz kaldığını savunup bunun yerine öğrencilerini devletin kamusal işlerine hazırlayan ‘sosyal bilimleri’ yeğlemişlerdir. Daha geniş anlamda ise hümanizm, Tanrı’nın tüm yaratıklarının en mükemmeli olduğuna inanılan insanın ve onun onurunun vurgulanmasıdır. Bir Rönesans hümanistine göre “İnsan, dünyevi elementler, geçici bir nefes, bitkilerin bitkisel yaşamı ve aşağı türden hayvanların duyularını içeren küçük bir dünyadır; ama meleklerin akıl ve zekasıyla donatılmış ve Tanrı ile bir benzerlik gösteren.”
Anatominin Yeniden Keşfi
İnsana duyulan ilginin en somut ifadesi, Rönesans sanatçısının anatomiyi yeniden keşfetmesiydi. Antik Yunan ve Romalılar için olduğu gibi, Rönesans insanı için de, insanın bedeni, hümanizminin, kendi farkındalığının ve kendisiyle gurur duymasının simgesiydi. Rönesans sanatçıları kadavraları kesmişler ve gözlemlerini not defterlerine kaydetmişlerdi. Bu bir bilim dalı olarak anatominin başlangıcıydı.
Perspektif
Rönesans sanatçısı perspektifi kullanarak dünyasını akıl ve düzene zorlamıştır. Perspektif, iki boyutlu bir yüzeyde yanılsama yoluyla üçüncü bir boyut yaratmanın geometrik yöntemidir. Bir başka deyişle perspektif, sanatta uzamın fethidir. Bu fetih de, kaşiflerin bilinmeyen kıyılara yelken açıp dünyayı, bilim adamlarının da gezegenlere bakarak uzayı keşfe çıktıkları zamanlara denk gelmiştir. Rönesans sanatçısı perspektifi, ufuk noktası, ufuk çizgisi ve kaybolan çizgiler gibi perspektif araçlarını kullanıp ayrıntılı çizimler yaparak öğrenmiştir. Konuya uygun olarak seçilen mimari arka plan ise, sanatçının mekan yanılsaması yaratabilmek için başvurduğu bahanesidir.
Antikiteye Göndermeler
Klasisizm, Rönesans yaşam, düşünce ve sanatının önemli bir unsurudur. Antik çağın pagan mimari ve heykelleri, Hıristiyanlığın konularına uyarlanarak de olsa, sanatın temel modellerini oluşturdular. Kimi zaman bir Roma zafer takı bir Rönesans tablosunun dekorunu oluşturdu, kimi zaman da altında yer alan figürleri çerçeveledi.
Öğrenme Arzusu
Rönesans insanı öğrenme ve ‘bilimsel’ deney konusunda yeni ve güçlü bir inanca sahipti. Düşünürler, insanın akıl yürütme yoluyla tüm sorulara yanıt bulabileceğine inanıyorlardı. Bir dizi Rönesans resmi, düşünürleri çalışırken temsil ederek, bu etkinliğin önemini vurgular olmuştu. Rönesans soylusu da, elinde bir kitap, ya da arkadaşları veya diğer akademisyenlerle tartışırken resmedilmeyi pek sevmişti.
Operanın Doğumu
Orta Çağ’dan beri müzik kuramcıları, Yunan matematikçi Pisagor’un müziği tartışırken yazdığı orantılar konusunu inceleyip durmuşlar, telleri farklı oranlarda uzatıp kısaltarak telli çalgılarda nasıl farklı perdeler yaratılabileceğini göstermişlerdi. Örneğin, bir müzisyen bir teli ikiye bölecek olsa, orijinal tonun bir oktav üzerinde yeni bir ton elde ediyordu. Rönesans müzisyenleri kendi müziklerini oluşturmak için bu düşünceyi devam ettirdiler.
Fransa dışında Ars Nova İtalya’da bir başka vatan buldu kendine. Floransalılar zamanlarının popüler müzik formlarına yerel dilde bir şarkı olan madrigali eklediler. Genellikle aşk şiirlerine dayanan Ars Nova döneminin İtalyan madrigali, bir müzik aleti eşliğinde iki ses için bestelenmişti. Çok-sesli müziğin altın çağına eriştiği 16. Yüzyılda ise madrigal, beş sesli bir ‘a capella’ koronun (insan sesi dışında enstrüman kullanılmadan icra edilen müzik) seslendirdiği bir parça şeklini alacaktı.
15. Yüzyıl sonunda çok sayıda yetenekli İtalyan bestecinin yanı sıra iki de olağanüstü besteci çıkmıştı sahneye: Carlo Gesualdo ve Claudio Monteverdi. Napolili bir soylu olan Gesualdo (1560-1613), karısını, karısının aşığını ve kendisinden olmadığına inandığı çocuğunu öldürmekle ünlenmişti. Oldukça farklı bir kişiliğe sahipti ve müziği, şiddet ve acıyla dolu yaşamını yansıtıyordu.
Rönesans bestecileri antik Yunan dramalarını inceleyerek, onların şarkı sözlerini yaptıkları besteler aracılığıyla şarkılarına nasıl aktardıklarını anlamaya çalıştılar. Müziğin, mutlu sözcükler için neşeli, kederliler için de hüzünlü olmasını sağlamışlar, bu yoldan da dinleyicilerde sözcüğün etkisini katbekat aşan duygusal etkiler yaratmışlardı.
EURIPIDES: ORESTES (STASIMON CHORUS)
Eski Yunan tiyatrosunun hüzünlü müziğiyle izleyenleri gözyaşlarına boğduğunu öğrenen Rönesans bestecileri de böyle bir teatral deneyimi yeniden yaratmaya çalıştılar. Bunda başarılı olamadılar, ama çabaları operanın doğuşuyla sonuçlandı. Bu yeni sanat formu, Floransalı bir grup olan Camerata tarafından icat edilmişti. Grubun üyelerinden biri, ünlü astronom Galileo Galilei’nin babası Vincenzo Galilei idi, diğeri ise, bugün kaybolmuş olan müziğiyle 1595’te Dafne’nin sahnelendiği Jacopo Peri. Bu öncü çabalar Claudio Monteverdi’nin (1567-1643) yolunu açtı. Onun, bugün repertuarımızdaki en eski opera olan Orfeo’su, 1607 doğumludur.
MONTEVERDI: ORFEO (AÇILIŞ MÜZİĞİ)
VINCI: ARTASERSE (FRANCO FAGIOLI)
İlk operalar 1600’lerde Monteverdi ve Cavalieri gibi Barok besteciler tarafından yazılmış ve hızla popülarite kazanmışlardır. Yaklaşık iki yüzyıl boyunca da İtalyan operalarının konuları, neredeyse her zaman uzak, ya da mitolojik bir geçmişe ilişkindir ve sözde tarihsel, ya da mitolojik karakterler etrafında kurulmuştur.
Antik Yunan mitolojisinde Orpheus, müzik ve şiir tanrısı Apollon’un oğludur. Babasından aldığı eğitim sayesinde yetenekli bir lir çalgıcısı olarak ün salmıştır. İlk görüşte âşık olduğu sevgilisi Eurydice ise, güzel bir peri kızı. Monteverdi’nin operası, açılış müziğinin ardından Trakya ovalarında geçen pastoral bir sahneyle başlar. Orfeo ile Euridice periler ve çobanlardan oluşan bir koroyla sahneye girerler. Gün çiftin düğün günüdür. Hemen ikinci perdenin başında Orfeo, Euridice’nin çiçek toplarken zehirli bir yılan sokması sonucu öldüğü haberini alacak ve Yeraltı Dünyasına inip hükümdarını, onun hayata dönmesine izin vermesi için ikna etmeye karar verecektir. Üçüncü ve dördüncü perdeler ise Hades’te, yani Yeraltı Dünyasında geçer. Bu dünyanın hükümdarı Pluton, Orfeo’nun müziğine hayran karısının isteğiyle Euridice’yi yeniden dünyaya göndermeyi kabul eder; ama bir koşulu vardır, o da bu yolculuk sırasında Orfeo’nun arkasına dönüp bakmaması. Hades’ten ayrılırken kuşkular içindeki Orfeo, dönüp arkasına bakacak ve Euridice söylediği “Beni çok fazla aşktan mı kaybettin?” aryasıyla birlikte ortadan kaybolacaktır. Operanın son perdesinde Trakya ovalarına geri dönen Orfeo’yu babası Apollon, dünyayı terk edip gökyüzünde kendisine katılmaya davet edecek ve ikisi birlikte gökyüzüne yükseleceklerdir. Tüm mitolojik öykülerde olduğu gibi, bu trajik aşk öykünün de bir kıssadan hissesi vardır: sevdiğiniz birini kaybederseniz onu geri alma fırsatına sahip olabilirsiniz, ama bu yolda yapacağınız tek bir hata onu sonsuza dek kaybetmenize neden olur.
Orpheus ile Eurydice miti, İncil’deki Lut’un öyküsüyle de yakın bir benzerlik gösterir. ‘Geriye dönüp bakmama’ her ikisinde de büyük önem taşır. Yaratılış Kitabında, Tanrı, Sodom ve Gomorra’yı yok etmeye karar verdiğinde, Lut’tan ailesini alıp günaha batmış bu kentleri arkalarına bakmadan terk etmelerini ister. Ama kentten ayrılırken Lut’un karısı dayanamayarak, yanan kentleri görmek amacıyla, arkasına dönüp bakınca bir tuz sütununa dönüşür. Ne diyeyim! Bir İngiliz özdeyişinin de vurgulandığı gibi, “kediyi öldüren merakıdır.”
Gelin şimdi isterseniz, beş örnekle operanın Monteverdi’den günümüze izlediği yaşam öyküsüne kısaca bir göz atalım. Bir başka barok operayla başlayalım özetimize: Leonardo Vinci’nin Artaserse’si. Böylece yaşayan en ünlü kontr tenorlardan biri olan Franco Fagioli’nin muhteşem sesini de dinlemiş oluruz. Artaserse, Pers kralı Artaxerxes’in adının İtalyancasıdır. Leonardo Vinci’nin ölümünden önce bestelediği son operası ve başyapıtıdır.
I. Artaxerxes, babası I. Xerxes’i öldüren muhafız komutanı tarafından tahta çıkarılmış, ancak birkaç ay sonra göğüs göğüse bir dövüşte onu öldürmüştür. Barışçıl saltanatı sırasında, birkaç başkaldırıyla karşı karşıya kalmış, sonra da Atinalılardan yardım alan Inaros’un Mısır isyanıyla baş etmek zorunda olmuştur. Üç perdelik opera onun yaşamından bir kesiti yansıtır.
O zamanlar bir Papalık Devleti olan Roma’da kadınların sahnede şarkı söylemesi yasaklanmış olduğundan, tüm kadın rolleri kastratlar (hadım edilerek yetiştirilmiş ses sanatçıları) tarafından oynanmıştır. 18. Yüzyılın Barok İtalyan operalarında da, Artaserse ve dostu Arbace gibi kahramanlık rolleri, kastratlar tarafından icra edilmiş; tenor sesi, genellikle kötü adamlara ve hizmetkarlara kalmıştır.
MOZART: DIE ZAUBERFLÖTE (DIANA DAMRAU)
VERDI: NABUCCO (ESİRLER KOROSU)
Çok-sesli Batı müziğinin Klasik Döneminde yaşayan Wolfgang Amadeus Mozart (1756-1791), şarkı ve sözlü diyalogdan oluşan Singspiel’in basit, ve popüler türünü alıp, onu çok daha sofistike bir şeye dönüştürerek Alman operasının kalıcı geleneğinin başlangıcı oldu. Almanya’da bazı Barok besteciler İtalyan egemenliğine meydan okumaya çalışmış olsalar da, ulusal dilde Alman operası Mozart ile başladı. Beethoven’ın Fidelio’su da onu izledi. 1821’de Der Freischütz ile Carl Maria von Weber, Romantizmin etkisi altında, benzersiz bir Alman opera biçimi yarattı. 19 Yüzyılın sonuna varıldığında Richard Wagner ile artık işler değişmiş, Batılı besteciler, Wagner karşıtları, ya da onun etkisi altında besteleyenler şeklinde ikiye ayrılmıştı. Wagner’in takipçisi Richard Strauss ve İkinci Viyana Okulundan Arnold Schönberg ile öğrencisi Alban Berg’in de katılımıyla, 20 Yüzyılda Almanya ve Avusturya, Avrupa kültürünün en güçlü opera geleneklerinden birine sahip hale gelmişti.
Aslında her şey 1778’de İmparator II. Joseph’in Viyana’daki Burgtheater’da Almanca söyleyen bir opera topluluğu, National Singspiel’i kurmasıyla başladı. Deney kısa sürmüş ve grup 1783’te dağılmıştı. Ancak bir önceki yıl genç Mozart, Saraydan Kız Kaçırma operası ile önemli bir başarı elde etmiş, bunu izleyen Sihirli Flüt ile de gelecekteki Alman operasının yolunu belirlemişti.
Sihirli Flüt, mutlak monarşiye karşı aydınlanmış meşruti monarşiyi savunan bir alegoridir. Mantık ve erdemin, mantık dışılık ve kötülüğe karşı zaferine odaklanmıştır. Bu kavramlar, Aydınlanma döneminde popüler olan Masonluk açısından da önem taşırlar. Librettonun yazarı Emanuel Schikaneder ile Mozart aynı mason locasının üyesidirler. Operanın rolleri dönem Avusturya’sının siyaset ve toplum hayatının önde gelen kişilerinden seçilmiş, mantık, iyilik ve erdem Prens Tamino, Papageno ve Başrahip Sarastro’da kişilik bulurken, mantık dışılık ve kötülük Gece Kraliçesi ve köle Monostatos’a kalmıştır. Eserin sonunda, Başrahip Sarastro, güneşin gece üzerindeki zaferini duyuracak ve yeni bir bilgelik ve kardeşlik çağının şafağını selamlayacaktır.
Sihirli Flüt’ün prömiyeri 30 Eylül 1791’de Viyana’da yapıldı. Orkestrayı Mozart yönetmiş, Schikaneder Papageno’yu canlandırmış, Gece Kraliçesi rolünü de Mozart’ın baldızı Josepha Hofer üstlenmişti. Bu ilk performansta Mozart ile Schikaneder büyük bir başarı elde etmiş ve muazzam bir izleyici kitlesine ulaşmışlardı. Eserin daha şimdiden yüzlerce kez oynanacağı anlaşılıyordu.
Giuseppe Verdi (1813-1901) Richard Wagner ile aynı yılda doğdu. Bu iki ünlü besteci 19. Yüzyıl kültüründe, birbirine paralel, ama bir diğerini dışlayan farklı opera türleri yarattılar ve her ikisinin eserleri, 21. Yüzyılın başında opera repertuarının merkezinde yer aldı. İlk operalarında Verdi, İtalya’nın birleşmesini amaçlayan Risorgimento hareketinin sempatizanıydı. Nabucco’daki (1842) İsrailli tutsakların “Va, pensiero” korosu bunun tipik bir örneğidir. 19. Yüzyıl İtalya’sının parlayan yıldızı olan besteci, aynı zamanda yüz binlerce İtalyan tarafından ikonlaştırılmış politik bir kimlikti. Onun operaları, belki de dünya çapında en sık icra edilen operalar arasındadır ve hangi ulustan olurlarsa olsunlar, insanların ruhunu derinden etkilerler. Besteci, sesin önceliğinden ödün vermeden orkestranın rolünü genişleten yepyeni bir müzik dili geliştirmiş, izleyiciye operada daha önce hiç işlenmemiş bir dizi konuyu tanıtmış, bu sayede de melodileri, opera binasının içinde ve dışında, dünyanın her yerinde kuşaklar boyu sevilmiştir.
Verdi, yaklaşık 1815-1845 arasındaki dönemde İtalyan bel canto geleneğinin zayıflaması sırasında, opera sahnesine çıkmıştır. Başlangıçta onun operalarını bel canto akımından farklılaştıran şey canlılıkları ve bestecinin dramatik zekasıdır. Verdi, bel canto operasının katı geleneklerini adım adım değiştirecek ve onu dönüştürüp 30 yıl boyunca tek başına İtalyan operasına egemen olacaktır. Kendisinin vurguladığı gibi dramaya hep öncelik vermiş, bu sayede de Rigoletto’nun kötü soytarısı ama sevgi dolu babası, La Traviata’nın kendini feda eden Violetta’sı, Aida’nın kendini tüketen Amneris’i, Simon Boccanegra’nın acımasız Fiesco’su, Il Trovatore’nin tutkulu, La Forza del Destino’nun işkence görmüş Leonora’ları, Shakespearevari Lady Macbeth’i ve kendi Desdemona’sı ile unutulmaz karakterlerden oluşan çeşitli ve canlı bir portre galerisi yaratmıştır.
Verdi’nin bir erken dönem operası olan Nabucco adını Babil kralı Nabukadnezar’dan alır. M.Ö. 6. Yüzyılda Nabucco, İsraillilere karşı savaşı kazanmış ve Kudüs’e girmiştir. Kızı Fenela ise Kudüs’tedir. Kısa süre önce Babil’e esir düşen Kudüs Kralının yeğeni Ismaele’ye âşık olmuş, onun kaçmasına yardım etmiş ve kendisiyle birlikte Kudüs’e gelmiştir. Nabucco savaşçılarıyla birlikte tapınağa vardığında, haham Fenena’yı öldürmekle tehdit edecek ama Ismaele Fenena’yı babasına teslim edecektir.
Kudüs’ü almasından sonra kızı Fenena’yı naip atayan Nabucco, başka bir savaşa çıkar. Üvey kızı Abigaille de Fenena ve Ismaele’nin Babil’i birlikte yönetecekleri bir geleceği öngören Nabucco ile Fenena’dan intikam almaya karar verir. Bu fırsat başrahibin, Fenena’nın İsrailli tutsakları özgür kılamaması için kralın savaşta öldüğü söylentisini yayıp tahtı Abigaille’e teklif etmesiyle doğar. Nabucco yeniden ortaya çıktığında Abigaille tacını takmak üzeredir. Nabucco tacı kapar, kalabalığın karşısına çıkar ve Tanrı nezdinde ölümcül hatasını işleyip onların sadece kralı değil, aynı zamanda tanrıları da olduğunu ilan eder. İşte o sırada bir yıldırım çarpmasıyla aklını yitirecek ve Abigaille de hükümdar olma amacına ulaşacaktır.
Kapatıldığı odanın penceresinden Nabucco, Fenena ile tutsakların idama götürülmesini izlemektedir. Çaresizlik içinde tövbe edip İsrail tanrısına dua ederken akıl sağlığı birden düzelir, tahtını geri almak ve kızını kurtarmak için askerlerini çağırır. Nabucco yetişip idamları durduracak, Abigaille de pişmanlık içinde suçlarını itiraf edip günahlarını affetmesi için Yehova’ya dua ederken ölecektir. Nabucco İsraillileri serbest bırakır, onlara anavatanlarına dönmelerini ve tapınaklarını yeniden inşa etmelerini söyler. İsrailliler ile Babilliler aynı tanrıya tapınma yolunda birleşmişlerdir.
Gelelim ‘Va, pensiero”ya. Müzik tarihçileri, İbrani tutsakların üçüncü perdede söyledikleri ünlü “Va, pensiero” ilahisini anavatanlarına duydukları özlemin bir ifadesi olarak yorumlamışlar ve buna milliyetçi bir şevkle yanıt veren seyircinin parçanın tekrarını talep ettiğine inanmışlardı. O zamanlar kuzey İtalya’yı yöneten Avusturya makamları da, halkın protestolarını önlemek amacıyla, tekrarları yasaklamışlardı. Buna karşın son araştırmalar alkış ve tekrar isteklerinin İbrani tutsakların kendilerini kurtaran tanrıya şükretmek için dördüncü perdede söyledikleri “Immenso Jehova” ilahisi için olduğu sonucuna varmışlardı.
İzleyiciden daha büyük alkışı alanın hangisi olduğunu bilmiyorum. Bildiğim tek şey, Verdi’nin cenazesi Milano’da kendisinin yaptırdığı Casa di Riposo per Musicisti’deki (emekli opera sanatçıları ve müzisyenleri için bakım evi) mezarına götürülürken Arturo Toscanini’nin yönettiği 820 şarkıcıdan oluşan Teatro alla Scala (La Scala) korosunun, tahminen 300.000 kişilik bir kalabalığın da katılımıyla, Va Pensiero’yu söylediği.
PUCCINI: TOSCA (LUCIANO PAVAROTTI)
SINKIN: AMOK (VIKTOR PISHAEV)
Dördüncü örneğimiz ise bir Puccini operası. Giacomo Puccini (1858 – 1924) Verdi’den sonra İtalyan operasının en önemli ismidir. İlk çalışmaları 19. Yüzyıl sonu Romantik İtalyan operasına dayansa da, sonraları gerçekçi verismo tarzını geliştirmiş ve bunun önde gelen temsilcilerinden biri olmuştur. Orkestranın daha aktif bir rol oynamasına izin vermesine karşın müziğin yükünü şarkıcıların taşıdığı İtalyan operasının geleneksel vokal tarzını desteklemiştir. Ama bir ‘fin de siècle’ sanatçısı olarak yüzü gerçekçiliğe dönüktür. Puccini operalarının çoğu, “aşk için yaşayan, aşk için ölür” ana temasını işler. Karakterleri, nesneleri ve fikirleri tanımlamak için Wagnerci leitmotifleri kullanır. Onun ‘héroïne’leri, bedenlerini ve ruhlarını aşklarına adayıp suçluluk içinde ölüme dek acı çeken kadınlardır. Puccini kadın kahramanlarını sevecenlikle kucaklayıp acılarını yüreğinde hissederken, sadizme varan bir biçimde de cezalandırır onları. Puccini’nin tarzının ana özelliği, kendisini konusuyla özdeşleştirme yeteneğidir; her operasının kendine özgü bir havası vardır. Tutkulu ve ışıltılı, ancak arkasındaki hastalıklı ruh hali ile belirlenmiş özgün bir melodi türü yaratmıştır. Bunun tipik örnekleri, kendi melankolik ruh halini de yansıtan, “veda” ve “ölüm” aryalarıdır.
Napolyon’un İtalya’yı işgali sırasında Roma’da geçen ve aşk, şehvet, cinayet ve siyasal entrikaların karmaşık örgüsüyle biçimlenen Tosca, dünyanın en sevilen operalarından biridir. Opera sanatçısı Floria Tosca’nın ressam sevgilisi Mario Cavaradossi’yi sadist polis şefi Baron Scarpia’dan kurtarmak için verdiği savaşı dile getiren trajik bir tutku ve kıskançlık öyküsüdür. Onun en iyi bilinen bazı lirik aryalarının yanı sıra işkence, cinayet ve intihar tasvirlerini de içerir.
Roma polis müdürü Baron Scarpia tarafından tutuklanan cumhuriyetçi eski konsül Angelotti, cezaevinden kaçarak Sant’Andrea della Valle kilisesine saklanmıştır. Arkadaşı ressam Cavaradossi aynı kilisede resim yapmaktadır. Angelotti saklandığı yerden çıkıp ressamdan yardım ister, ama Tosca’nın içeri girmesiyle yeniden saklanır. Tosca kiliseden ayrıldığında iki adam, Cavaradossi’nin sayfiye evine gitmek üzere yola çıkarlar. Scarpia kaçağın peşindedir ve onu izleyerek kiliseye ulaşmıştır.
Scarpia’nın Palazzo Farnese’deki dairesinde geçen ikinci perdede bir polis memuru gelerek Scarpia’ya, Angelotti’yi bulamadıklarını, ama Cavaradossi’yi tutukladıklarını söyler. Scarpia, Tosca’yı getirtip sevgilisinin evini öğrenmeye çalışır. İşkence edilen ressamın duyulan çığlıkları Tosca’nın direncini kırar ve evin yerini söyler. O sırada bir polis memuru Napolyon ordularının Roma’ya doğru ilerlediği haberiyle içeri girer. Kendini tutamayan Cavaradossi, Scarpia’nın yüzüne terör yönetiminin yakında sona ereceğini haykırır. Dedikleri suçlu sayılması için fazlasıyla yeterlidir ve idam edilmek üzere odadan götürülür. Scarpia ile yalnız kalan Tosca, sevgilisinin hayatı için ona yalvarır. Scarpia bunun bedelini belirlemiştir; eğer Tosca kendini ona verirse bir pasaport hazırlayacak ve kuru-sıkı kurşunla vurulacak olan Cavadarossi’yle birlikte kaçabilecektir. Belgeyi imzalayıp kadına sarılmak istediğinde Tosca yazı masasından kaptığı makası onun sırtına saplar.
Üçüncü Perde şafaktan hemen önce Tiber nehri kıyısındaki San Angelo kalesinde geçmektedir. Gardiyan Cavaradossi’ye bir saatlik ömrünün kaldığını haber verir. Ressam, Tosca’ya mektup yazmak için izin ister. Yazmaya başlar, ama kısa süre sonra anılara dalarak aşk ve ölüm üzerine bestelemiş en güzel aryalarından birini söyler. Tosca koşarak ressamın yanına gelir. Scarpia’yı öldürdüğünü ve yaklaşan infazın düzmece olduğunu müjdeler. Askerler genç adamı alarak duvarın önüne götürürler. İnfaz mangası ateş eder. Tosca sevgilisine doğru koşup ona rolünü çok iyi oynadığını, ama artık ayağa kalkmasını söyler. Ne var ki Scarpia sözünü tutmamış ve Cavaradossi gerçek kurşunlarla vurulmuştur. Tosca da kendini San Angelo’nun burçlarından Tiber nehrine atar.
Yukarıdaki videoda dinleyebileceğiniz “E lucevan le stelle” (Ve yıldızlar parlıyordu), Cavaradossi’nin idamı beklerken söylediği romantik tenor aryasıdır. Kasvetli bir klarnet soloyla başlayan melodinin girişi, daha önce gökyüzü aydınlanıp gardiyan idam için hazırlıkları tamamlarken ana hatlarıyla duyurulmuştur. Tosca surlardan atlarken de forte olarak tekrarlanır.
Tosca’nın gerçekleştirilemeyen prömiyeri sırasında İtalya siyasal ve toplumsal huzursuzluklar içindeydi. 1899 Aralığında başlayan Kutsal Yıl için dindarlar kente akın etmişler, bu akın da anarşistlerin ve din karşıtı diğer grupların tehditlerini beraberinde getirmişti. Polis, tiyatronun bombalanacağına dair ihbarlar alınca prömiyer de ertelenmişti. Tosca’nın 14 Ocak 1900’de yapılan prömiyeri ise ulusal bir olay oldu. Kraliçe Margherita dahil Roma’nın ileri gelenleri, İtalya başbakanı ve birkaç kabine üyesi operayı izlemeye gelmişlerdi. Pietro Mascagni ve Francesco Cilea gibi Puccini’nin operadaki rakipleri de salondaydılar. Perde açıldıktan kısa süre sonra, geç gelenlerin oditoryuma girmeye çalışması ve “perdeyi indirin” diye bağırmalarıyla şef orkestrayı durdurmuş ve birkaç dakika sonra opera yeniden başlamıştı. O gün bugündür de Tosca ve karakterlerinin dramatik gücü hem izleyicileri büyülemeye devam ediyor, hem de eser en sık oynanan operalardan biri olma özelliğini sürdürüyor.
Son örneğimiz ise bir Rus operasından: Amok.
90’lı yıllarda Moskova’da yaşıyordum. 1993 yılının bir yaz sabahı, ayda en az bir kez yaptığım gibi, Garbunova’daki müzik pazarına gittim. Açık alanda yan yana dizilmiş yüzlerce tezgâhın arasından Rus Yahudi’si olan dostumunkini bularak kendisine yeni bir şeyler olup olmadığını sordum. Eğilip tezgahının altındaki kutudan bir disk çıkarıp verdi. “Yeni bir Rus operası” dedi, “Çaykovski’nin 100. ölüm yıldönümü nedeniyle genç bir bestecinin onun tarzında bestelediği. Bir dinle, seveceksin.” Benim Boris Sinkin’i tanımam işte böyle olmuştu. Haklıydı arkadaşım. Çok sevmiştim Amok’u.
Üç dört yıl sonra Türkiye’ye döndüm. Bir gün çalışma odamda otururken ünlü bir beyin cerrahı, profesyonel bir ressam, aynı zamanda da piyes yazarı olan yakın bir dostum aradı. Yeni bir oyun yazmıştı, devlet tiyatrosunda oynanacaktı ve onun müziği için harcıalem İtalyan opera aryalarından farklı bir arya önermemi istiyordu. “Sinkin’in Amok’undan doktorun aryasını öneririm”, dedim, “sana yollayayım bir dinle. Seversen kullanırsın.” İki gün sonra dostum yeniden aradı. Pek sevmişti aryayı. Ama bunu bestecinin iznini almadan kullanamazdı. Aradan bir aya yakın geçti. Bir sabah telefonda dostumun heyecan dolu sesini duydum yeniden. Sinkin’i bulmuştu. Petersburg’daki evindeydi, ama Rusçadan başka dil bilmiyordu. “Sen arasana lütfen” dedi, “ara ve izin al.” Verdiği numarayı arayıp Boris’e durumu özetledim. Türkiye’de devlet tiyatrolarından birinde oynanacak oyunda doktorun aryasını kullanmak istediğimizi belirttim. Pek heyecanlanmıştı besteci. “Türkiye’de mi?” dedi. “Amok’tan mı?” dedi. Sonra da bunun kendisi için yeterli ödül olduğunu ve yollayacağım izin belgesini imzalayarak geri göndereceğini söyledi.
Modernizmin Öyküsü dersini verdiğim üniversitelerden birinde sınıftaki sarışın bir kız Amok çalmaya başlayınca üstünde not tuttuğu kitapları büyük bir gürültüyle yere düşürmüştü. Ders sonunda gelip özür dilerken Rus olduğunu söylemiş ve bir Türk üniversitesinde bir Rus aryası çalınmasından duyduğu hayreti ifade etmişti. Bir Rus bestecinin, Avusturyalı bir yazarın öyküsüne dayanarak bestelediği, Litvanyalı bir tenorun söylediği, Yahudi’den alınma yapıt, bir Türk Üniversitesinde öğrencilere dinletirken hayretler içindeki Rus öğrencinin elindekileri yere düşürmesi. Dönemin küreselleşmesi böyle bir şeydi anlaşılan.
Malay halk dilinde ‘öldürücü cinnet’ anlamına gelen ‘mengamok’, ya da yaygın adıyla ‘running amok’ (amok koşucusu), esas olarak Orta Asya ve Malezya’da görülen bir psikiyatrik hastalıktır. Amok hastası, güçlü bir duygunun etkisinde, elde silah ayrım gözetmeksizin insanlara saldırır ve kendisi ölmeden durdurulması olanaksız bir kıyıma neden olur.
Stefan Zweig’ın “Amok Koşucusu” öyküsü, Hindistan’dan İtalya’ya giden bir geminin güvertesinde başlar. Öykünün anlatıcısı bir gece güvertede yürürken insanlarca görülmekten kaçınan bir yolcuyla karşılaşır. Karşılaşma ertesi gecelerde de yinelenince adam ona güven duyup içini dökmeye başlayacak ve başından geçenleri anlatacaktır. Leipzigli bir doktordur kendisi ve yedi yıl önce Doğu Hint Adalarının ücra bir kasabasına sürgüne gönderilmiştir. Yalnızlıktan bunalmış halde zaman doldururken, bir gün beklenmedik bir olay gerçekleşir ve beyaz bir kadın onu ziyarete gelir. Hollandalı bir tüccarın eşi olan İngiliz kadın, kasabanın tek doktoruna kürtaj yaptırmak için gelmiştir ve eşi Hollanda’dan dönmeden önce operasyonun tamamlanması arzusundadır. Uzun zamandır Avrupalı kadın yüzü görmemiş olan ve güzel kadının gururlu ve kibirli tavrı karşısında çılgına dönen doktor, önce bu talebi geri çevirir, sonra da eğer gerçekten istiyorsa, para değil, kendisini vermesini ister. Neye uğradığını şaşıran kadın da öfke içinde odayı terk eder.
Bu talihsiz olaydan sonra doktor kendi kendisiyle hesaplaşmaya başlar ve utanç içinde kıvranarak aşık olduğu kadını her yerde aramaya koyulur. Kadını bulma arzusu bir saplantıya dönüşmüş, onu bir amok koşucusu yapmıştır. Sonunda onu yerli bir ‘şifa dağıtıcının’ izbeliğinde bulur. Kürtaj başarısız olmuştur ve kadın acıdan kıvranarak ölmek üzeredir. Tek isteği vardır: eşinin ya da bir başkasının ölüm nedenine ilişkin gerçeği öğrenmemesi. Doktor sahte bir ölüm belgesi düzenletir; ama genç eşinin ölüm nedenine inanmayan koca otopsi için cenazeyi bir gemiye yükleyip Hollanda’ya götürme kararı alır. Ölüm nedenine ilişkin daha fazla araştırma yapılmasını engellemek isteyen doktor da kariyeri dahil her şeyini bir kenara itip aynı gemiye biner.
Gemi Napoli’ye vardığında, öykünün anlatıcısı kargo boşaltılırken meydana gelen gizemli bir kazayı gazetelerden öğrenir: Kadının cesedinin bulunduğu kurşun tabut gemiden indirilirken, güvertedeki bir adam halatlara bağlı tabutun üzerine düşmüş ve ipleri kopan tabutla birlikte denizin derinliğinde kaybolmuştu. Ne düşen kişi kurtarılabilmişti ne de tabut. Ertesi gün bir başka haber yer alacaktı gazetelerde. Küçük puntolarla basılmış ve kimsenin fazla ilgisini çekmeyen bu habere göre dalgaların getirdiği bir erkek cesedi vurmuştu kıyıya.
Aradan geçen yıllarda Moskova giderek belleğimden silindi. Artık benim için bu güzel kent, Baudelaire’in deyişiyle, “unutulmuş bir tuvalde, sanatçının anılarla tamamladığı” bir düşe dönüşmüştü. Boris Sinkin besteciliği sürdürüyor halen; Viktor Pishaev de ünlü İtalyan operaları söylüyordur herhalde. Dostum cerrahlıktan emekli oldu. Birbirinden güzel resim ve heykeller yapmaya devam ediyor. Tiyatro eserleri de Amerika Birleşik Devletleri, Kuzey Kıbrıs ve Azerbaycan’da sahneye kondu. Şimdilerde Kazakistan ve Gürcistan var gündeminde.
ZWEIG’LARIN SON FOTOĞRAFI
Öykünün Yahudi asıllı yazarına ne oldu derseniz. Stefan Zweig Nazizm’in yükselişiyle önce İngiltere’ye gitmiş ardından da Brezilya’ya yerleşmişti. Yıllar geçtikçe Zweig, Avrupa’nın geleceği konusunda giderek daha fazla hayal kırıklığına uğradı ve umutsuzluğa kapıldı. Bu savaş bitecek ve Naziler yenilecek, diye yazıyordu bir mektubunda arkadaşına, bundan eminim, ama artık bende bekleyebilecek güç kalmadı. O ve karısı Lotte, 23 Şubat 1942’de Petrópolis’teki evlerinde ölü bulundular. Anlaşılan Alman usulü çifte intihardı bir önceki gün yaptıkları.